13 Kasım 2016 Pazar

AK PARTİ

BİR ŞİİR VE CEZASI

Yazan: Fahrettin Öztoprak

tayyip erdoğan ile ilgili görsel sonucu

Günlerden 6 Aralık 1997. O gün Recep Tayyip Erdoğan için bir kırılma noktasıydı. Her şey irade dışında gelmişti. Gerçi Refah Partisi İl Başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Başkanlığı gibi görevlerde bulunup, kendine kitlesel bir sağlasa da, başbakanlığa doğru giden yoldaki kilometre taşlarında daha çok eksik vardı. İşte o gün Recep Tayip Erdoğan, Siirt’te halka hitap ederken, konuşma içinde Türk milliyetçilik hareketinin öncü isimlerinden Ziya Gökalp’ten bir şiir okudu: “Minareler süngü, Kubbeler miğfer, Camiler kışlamız, Müminler asker” dedi. Ne olduysa işte o günden sonra oldu. Derler ya, hayırda şer, şerde hayır vardır diye. Aynen öyle oldu. Onu okuduğu şiir nedeniyle TCK’nın o günkü 312. Maddesinden yargıladılar. İsnat edilen suç ise çok garipti. O, bu şiiri okumakla halkın dil ve din farklılığını gözetmiş, toplumu açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmişti. Cezası kesinleşince Recep Tayyip Erdoğan’ı Pınarhisar Cezaevi’ne koydular. O burada 4 ay kadar yattı. 4 ay boyunca düşündü ve siyasi projesini geliştirdi. Refah Partisi Hükümeti çoktan düşmüş, Anayasa Mahkemesi de 16 Ocak 1998’de RP için kapatma kararı vermişti. Bu kapatma kararı beklenen bir durumdu. Sürpriz olan ise, testinin çatlak haliydi. Her yerden su sızdırmaya başlamıştı. Bununla bir adım daha gidilemezdi. Kapatma kararını kınayanlar olduğu gibi, Refah Partisini sorgulayanlar oldu. Çünkü RP, hükümetteyken yanlış üstüne yanlış yapmıştı. Bu yanlışları sorgulayanlardan biri de Recep Tayyip Erdoğan’dı. O, geleceğe daha farklı bir perspektif ve çerçeveden bakmak istiyordu. Aynı gün Aski Spor Tesisleri’nde bir toplantı yapıldı. Burada Erbakan’a ilk muhalif cephe meydana geldi. O gün Recep Tayyip Erdoğan ismi telaffuz edilmeye başlandı. Kapatılan RP yerine Fazilet Partisi (FP) kuruldu. Bu partinin başına İsmail Alptekin ve Recai Kutan gibi emanetçiler getirildi. Çünkü Erbakan’ı dizginlemek mümkün değildi. O geri planda kalıp emir ve direktifleriyle partiyi idare etmek istiyordu. Onun bu emir ve direktiflerine karşı gelenler ya da itiraz edenler, yeni bir yol arayanlar haindi. Anayasa Mahkemesi 16 Aralık 2000’de FP’yi kapatacaktı. Erbakan tarafından hain damgasını yiyenler o gün farklı bir çatı altında toplanacaktılar. Onlar için bu bulunmaz bir fırsattı.[1]
Recep Tayyip Erdoğan’ı cezalandırsalar da, onun okuduğu şiirde Siyasi İslamcılık değil, buram buram Türkçülük kokuyordu. Devleti yönetenler bundan habersizdiler. Türkçülük birilerinin zannettiğinin aksine, İslam’ı dışlamaz, hatta ona sahip çıkar. Bunu Hüseyin Nihal Atsız bir değil, yazılarında birçok defa ifade etmişti. Mesela, “Hiç şüphe yoktur ki Türklerin dini Müslümanlıktır[2], “...İngiliz ve Fransızların 316 topuna biz 93 topla karşı koyduk. Akşama kadar süren bu çetin çarpışmada vaziyet bizim için oldukça buhranlı oldu. Umumi seferberlik dolayısıyla orduya gelen en ihtiyar efrat bile hiç olmazsa su ta­şımak suretiyle vazifelerini yaptılar ve bazıları Ezan okuyarak maneviyatı takviye ettiler...“[3], Mehmet Akif’in “İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerin milli mefkuresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Araplar, ne Acemler, ne de Hintliler İslamcılık mefkuresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Akif’te milli mefkure kemaline ermiş”ti.[4] ve “Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on yüzyıldan beri bizim milli dinimiz olmuştur[5] gibi yazılarında sözler sarf etmiştir. O söylediklerine harfi harfine riayet eden biriydi. Atsız’ın tek hatası Türk milliyetçiliğini ırkçılık derecesine kadar indirgemek istemesiydi. O zamanının bilgi verilerine göre şartlanmıştı. Tarihçiydi ama, resmi tarihten başka bir tarihi düşünemiyordu. Oysa toplumların da tarihi vardı. Bu toplumlardan biri de Oğuz toplumlarıydı. Devlet onun için her şeydi. Ancak devleti kuran milletti, devleti yıkan da milletti. O Hitler döneminde yetişmiş ve şekillenmişti. Nazilerden de çok şey kapmıştı, mesela Yahudi düşmanlığını. Atsız Hitler’in katlettiği 6 milyona yakın Yahudi’nin Türk asıllı, Macar ve Hazar Türklerinden olduğunu da bilmiyordu. Oysa o bir tarihçiydi. Hazar Kağanlığının Yahudi bir devlet olduğunu nasıl bilmezdi. Tarihçi tarihi olduğu gibi kabul eder, yorumlamaz. Tarih savaşların, zaferlerin, hükümdarların tarihi olduğu gibi, sulh zamanında yaşantıların, mağlubiyetlerin ve halkların da tarihidir. Tarih Oğuz boylarında olduğu gibi aşiretlerin ve beyliklerin de tarihidir. Tarih darbeyi, zulmü ve katliamları alkışlamaktan ibaret değildir.



[1] Şamil Tayyar, Operasyon Ergenekon Gizli Belgelerde Karanlık İlişkiler), Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 8-9
[2] Atsız, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 104
[3] Atsız, Çanakkale’ye Yürüyüş ve Türklüğe Karşı Haçlı Seferi, İstanbul 1992, s. 50-51
[4] Atsız, Makaleler II, Mehmet Akif, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 51-52
[5] Atsız,, Türkçülüğün Önemli Meseleleri, Orkun Dergisi, 68. Sayı, 18 Ocak 1952

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KIZIL OĞUZLAR: UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ

KIZIL OĞUZLAR: UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ: Yazan : Fahrettin ÖZTOPRAK Biri çıkıyor, Vikipidi'de köyümüze ...

UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ

























Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK

Biri çıkıyor, Vikipidi'de köyümüze dair bilgi vermek istiyor ve yazıyor. Onun yazdığına baktım, gerçekten de üzüldüm. Adam kalkmış Mengensofular köyünün 93 Harbi'nde kurulduğunu söylüyor. 93 Harbi dediğin ne ki, 1877-1878 yılları. Oysa Şarkışla nüfus kütüğünde dedemin dedesi Karaömeroğullarından Hacı Mehmet'in 1850'lerde, Mengensofular köyünde yaşadığı belirtilmiş. Aynısı köyümüzden Bazoğulları veya Kurtfakıoğulları denen Koçlar ailesinde de var. Onların bile kayıtları 1850'ye kadar varıyor. 1850-1860'lardan önce nüfus sayımı yapılmamış mı? Yapılmış olabilir, hatta 1844 nüfusu sayımı gibi defterlere işlenmiş de olabilir ama, o 1850 yılından önceki kayıtlar herhangi bir nedenle yok olmuş... Tahrir defterlerinde, Kadı sicillerinde, Mühimme defterlerinde ya da Ahkam defterlerin herhangi birinde söz konusu kayıtlarda adı geçen kişilere, onlardan birinin davasına ya da davalılığına, vergi kaydına, arazi işlemine rastlanabilir, bunlar mümkündür. Ancak durum dediğim gibidir. Böyle olmasına rağmen, Abdullah Arslan'ın bildirdiğine göre, Sivas defterdarlığında önceki kayıtlar varmış. Demek ki bu kayıtların ilçe merkezi kurulduğunda Şarkışla'ya bir nüshasının gönderilmesi de mümkün.
Uzunyayla'ya 93 Harbi'nde yerleşenler var. Bunlar Kafkasya'dan Rus zulmü nedeniyle göçüp gelen Çerkezler, Abazalar...
Karacaören, Çerkez köyüdür. Demirboğa, Abaza köyüdür. Hepsi de Kafkasyalı olduğu halde bu köylerin yarısı kendini soyca Türk kabul eder. Şimdi kalkıp münasebetsiz birisi nereden biliyorsun der. Adı geçen köylerden çok tanıdığım ve samimi arkadaşlarım var da ondan. Mesala, Karacaören'de Mit'ler, Demirboğa'dan Ünal'lar... Daha birçok köy. Mesele Kazancık. Burada da Çerkezler var. Şarkışla'nın kuzeyinde, Kızılırmak yakınında Bozkurt isimli Çeçen köyü de var. Onlar da Kafkasya'dan gelmişler, kendini Türk kabul edenler çok. O köydeki Canbek ailesini yakından tanırım. Uzunyayla'da, Dökmetaş'la Demirboğa arasında Karslılar olarak adlandırılan Başören köyü de var. Kışla, Kötüköy de denen Oluktaş, Ebesili de denen Samankaya, Tonus, Uçuk, Sarıçiçek, Yeniköy, Konalga, Bağlama gibi daha birçok Türkmen köyü... Kapaklıpınar ve Yassıpınar Avşar'dır. Bilinen önemli aile Kevioğulları.
Vikipidi'de Mengensofular hakkında bilgi veren arkadaş herhalde Çerkezlerin yerleşimiyle ilgili pek çok konuşma duymuş, o nedenle Türkmenleri de karıştırmış olabilir. Çünkü söz konusu Kafkasyalı köyler bizim köye uzak değil. Bunlar kendilerini Türk olarak da bilirler.  Vikipidi'deki o yazıyı düzeltmek zorunda kaldım. Kimse kalkıp da ben öyle biliyorum diye herkesin okuduğu bir yere yalan yanlış bilgi veremez.
Türkmenlerin yerleşik duruma geçirilmek istenmesi 1700 yıllarına doğru başlamış. Daha önce Türkmenler 5 ay Uzunyayla'da, 5 ay da Antep yahut Halep'te kalırlarmış. Birer aylık yol süreleri göz önünde bulundurulur ise, bu tam tamına bir yıl, yani 12 ay eder. Türkmenlerin ya da Avşarların iskanı ha deyince olmamış. Bu iskanlar 1850 yılına kadar devam etmiş. Yer yer Osmanlı ile çatışmalar, kavgalar, adam öldürmeleri, asker öldürme olayları vuku bulmuş. Hatta yerleşik düzene geçen Türkmenlerden, Avşarlardan kimi oymak ya da aşiret, bir zaman gelmiş ki, bundan sıkılmış, hadi yine eskisi gibi konar göçerlik yapalım demişler. Ya da atalarımızdan Kurt Bey’in babası Firüz Bey gibi... Türkmenlerin iskana tabi tutulmasından hoşnut olmayan bu bey, aşiretin bir kısmını alıp Horasan’a gitmek için yola çıkmış ama, Urmiye’den öteye gidememiş, orada kalmış.
Yerleşik düzene geçen köyler, eski hayatı bir türlü unutmamış, unutamamış. Hatta ileride isimlerini vereceğim köyler ben 12 yaşıma, yani 1966 yılına kadar her yıl Mayıs ayı girmeden gelince toplanırlar, Demirboğa'nın bu tarafında, Tavladere'ye yakın bir yerde yaylaya çıkarlar, 2 ay, 3 ay burada kalırlardı. Ben bunu gördüm ve yaşadım. Davarlarını, hayvanlarını da buraya getirirler, otlatırlardı. Ekin biçim zamanı, döğen sürme zamanı köylerine döndüklerini de bilirim. Bu ise Temmuz ayı ortalarında, ya da Ağustos ayı başlarında olurdu.
Söz konusu Türkmenlerin hemen hemen hepsi bahar gelince yaylaya 2 ya da 3 aylığına muhakkak çıkardı. Yerine göre 2-3 köy bir araya gelir, yerine göre 4-5 köy bir araya gelir, çok eskiden 10-15 köyün bir araya geldiği olurmuş, gruplar halinde Uzunyayla'da yaylağın tadını çıkarırlardı. Ben küçükken bu yaylaklarda davul zurna eşliğinde halayların da çekildiğini gördüm. Hatta daha önceleri at yarışları, güreşler bile yapılırmış ama, ben maalesef görmedim.
30 yıldır, 40 yıldır yurt dışına çalışmaya giden Türkmenler var. Bunlar yurtdışında kaldıkları sürece kültürlerini, geleneklerini, örflerin ve adetlerini unutuyorlar. Onların bunları unutmaması için benim söz konusu yazıma çok ihtiyaçları var. Bir kısmı benden rica etti, bunu ancak sen yapabilirsin dediler. Zaten demeselerdi ben yazımı yine yazacaktım, ancak onlar vesile oldular, kendilerine teşekkür ederim. Türkmenlere bu konuda ne kadar faydam olmuş ise kendimi o kadar bahtiyar hissederim. Şimdiden okuyucularıma teşekkürler.

BİRİNCİ KISIM

Soyumuz Halep Türkmenleri’nden Beğdili boyuna dayanmaktadır. Bunlar Yeni-İl denilen yerde yaşamaktalarmış. Osmanlılardan önce, Selçuklular döneminde, XIII. Yüzyıl’da üç obaya ayrılmışlar. Birinci oba Devetaş denilen yerde, ikincisi Bozüyük, üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş. Birinci ve ikinci obalar Bozkoyunlu, üçüncüsü Güneşli olarak adlandırılmış. Hepsi 200 vergi nüfuslu imiş. Üçüncü Murat döneminde, yani 1574-1595 yılları arası Beğdili boyu oldukça kalabalıklaşmış. Bunlar Emtileklü (61 vergi nüfuslu), Bekmişlü (26 vergi nüfuslu), Araplu (22 vergi nüfuslu), Fakılu (56 vergi nüfuslu), Kazlu (?... -tahmini 15- vergi nüfuslu), Kara Hasanlu (38 vergi nüfuslu), Karacalu (82 vergi nüfuslu), Topaklu (50 vergi nüfuslu), Günlü (83 vergi nüfuslu), Otamışlu (49 vergi nüfuslu), Karaşeyhlü (97 vergi nüfuslu), Çobanbeylü (24 vergi nüfuslu), Kuzucaklu (15 vergi nüfuslu), Bozkoyunlular (86+47=133 vergi nüfuslu), Süleyman Kethüdalar (128 vergi nüfuslu), Güneşliler (93 vergi nüfuslu), Sincanlar (80 vergi nüfuslu) imiş. Görüldüğü gibi XVI. Yüzyılın sonlarında Beğdililer 1052 vergi nüfusludurlar. Bu da gösteriyor ki, nüfusları 10.000’in üzerindedir. Bir de Yeni İl’de Yaruklular’dan 156 vergi nüfuslu Yıva oymağı vardır. Beğdililer Bozoklar olarak da anılmaktadır. 40 obadan müteşekkildiler. XVII Yüzyıl’da Beğdili’den Kuzucaklu (45 vergi nüfusu), Balabanlu (100 vergi nüfusu), Taşbaşlar (76 vergi nüfusu), Dimeklü (96 vergi nüfusu), Ulaşlu (39 vergi nüfusu), Tatalu (177 vergi nüfusu) adlı obalar varmış.
Beğdililer hakkında Oğuzlar (Türkmenler) adlı kitabında yukarıdaki bilgileri veren Prof. Dr. Faruk Sümer, şöyle de demektedir:
Yeni-İl, Sivas’ın güneyindeki Mancılık, Gürün ve Hekim-Han arasındaki bölgede yaşayan oymakların adıdır. Mancılık ile Gürün arasındaki araziye Uzun-Yayla denilir. Hekim-Han’ın kuzey doğusunda ve Alaca-han’ın güney doğusundaki Yellüce dağı da Yeni-İl’in en ünlü yaylalarından biri idi. Yeni-İl, mâlî bakımdan III. Murad’ın anası Nur-Bânû’nun Üsküdar’da yaptırdığı câmiin evkafına bağlanmıştı. Bu sebeble vesikalarda bu topluluğa “Üsküdar Türkmeni” de denir. Bu topluluk biri Dulkadırlu’ya, diğeri Haleb Türkmenleri’ne mensup olmak üzere, iki koldan meydana gelmiştir. Haleb Türkmenleri’ne mensup kola eskiden beri Yaban-Eri denilir. Çünkü, bu kol bölgede ancak yazın oturmakta, kışın Haleb bölgesine inmektedir. Bu kola eskiden Şamlu ve Şamlular adları verilirdi. Dulkadırlu kolu ise umumiyetle çiftçilik yapmaktadır.”
“Halep Türkmenleri’nin Kanuni devrinde vergi nüfusu 9316 hanedir.” Bu ise onların nüfusunun 80.000, ya da 90.000 civarında bulunduğunu gösterir. Boz Ulus’un o zamanki 947 vergi nüfusu, Dulkadirlilerin ise 8013 vergi nüfusu göz önüne alınırsa Halep Türkmenleri, Ortadoğu’daki en kalabalık Türkmen kitlelerinden biridir. Bunlar kışları Halep ve civarlarında, yazları Uzunyayla’da barınırlarmış. Uzunyayla ile Halep arası yaylım hayvan yürüyüşü bir aylık bir mesafedir. Mart ayında Halep’ten hareket ettilerse, kimi Nisan ortalarında, kimi Nisan sonlarında, ama Mayıs ayı girmeden Uzunyayla’ya vasıl olurlar. Güzün Ekim’in ayında Uzunyayla’dan yola çıkarlar Kasım ayında Suriye’ye varırlar.

a)   Selçuklular devri

Prof. Dr. Osman Turan’a göre Halep, XI. Yüzyıl’ın ortalarında bir Türkmen şehridir. Burada Afşin Bey, Atsız Bey ve Artuk Bey Alparslan’ın oğlu Sultan Tutuş hükümdarlığında, 1078 yılında Kudüs’te Şam Selçuklu Türk devleti kurulmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, aynı yıllarda Anadolu Selçuklu Türk Devleti’ni kurduktan sonra, Sultan Tutuş üzerine yürümüş ama, onunla yaptığı savaşta yenilerek öldürülmüş, günümüzde halen mevcut olan Caber Kalesi’ne defnedilmiştir. Sultan Tutuş, kardeşi Melikşah’ın Halep’e gelmesiyle Şam’a çekilmiş, onun Suriye’yi terk etmesi üzerine Güneydoğu Anadolu’yu ele geçirmiş, Arabistan’ı fethetmiş ve Bağdat’a da hakim olmuş, ancak yeğeni Berkiyaruk karşısında Belh civarında yenilmiştir. Bu devlet Haçlılarla da mücadele etmiş, onlara çok büyük kayıplar verdirmiştir. Atsız Bey ve oğulları Horasan ve Türkmenistan’da, Artuk Bey ve oğulları ise Van, Ahlat, Diyarbakır, Mardin ve Urfa’ya hakim olmuşlar, çok uzun süre bu şehirlerde hüküm sürmüşlerdir. Güneydoğu’ya ait çevrilen filmlerdeki eski yapı eserlerin pek çoğu onlardan kalmadır.
Anadolu'nun fethine katılan Türk kumandanlarının en büyüklerinden biri Eksik Bey'in oğlu Artuk Bey'dir. Malazgirt zaferinden (1071) sonra, Kutalmışoğlu Süleyman-Şah'ın emrinde Anadolu fethine katıldı. Yeşilırmak vadisini Bizanslılar'dan Artuk Bey fethetti, ancak kendini Süleyman Şah'a sevdiremedi. Süleyman Şah, Büyük Selçuklu Hakanı Melik Şah'a şikayet ederek, Artuk bey'in fethettiği Yeşilırmak vadisini kendi dayısı Taylu Danişment Gazi'ye verdi. Artuk Bey, bunu unutmadı, öcünü almak için fırsat kolladı. Bir ara Umman'ı (Güney-Doğu Arabistan) da fethedip Selçuklu devletine katan Artuk Bey, 1085 yılında Diyarbakır’ın da dahil olduğu Güneydoğu Anadolu’yu tamamen Türkleştirmişti. Anadolu fatihi ve ilk Türkiye hükümdarı Sultan Süleyman Şah, Suriye'yi kuzeni Sultan Tacüddevle Tutuş'tan (Alp-Arslan'ın küçük oğlu) almak üzere harekete geçti. Halep yakınlarında iki Selçuklu hükümdarının meydan muharebesinde Artuk bey, Sultan Tacüddevle Tutuş'un tarafındaydı. Onun bu tarafta olması çok şeyi değiştiriyordu. Süleyman Şah, Artuk Bey'i pek önemsememiş, bir iki defa Melikşah'a şikayet etmiş olmasının cezasını misli misli çekecekti. Aslında Artuk Bey, hükümdarlarına karşı çok sadıktı. Melikşah, onu Filistin Türkmen Devleti'ne göndermekle cezalandırmak istemişti. Onun şimdiki hükümdarı Tacüddevle Tutuş'tu. Süleyman Şah, Artuk Bey'le iyi geçinseydi haddinden fazlasını kazanacaktı. Anadolu fatihi, Halep Meydan Muharebesi'nde öldürüldü (03.06.1086). Sultan Tacüddevle Tutuş, bu hizmetine karşılık Artuk Bey'e Filistin valiliğini verdi, bu görevde 1091 yılında yaşlı olarak öldü. Onun 1092 yılına öldüğünü de söylerler. Artuk Bey'in 5 oğlu, devrin tanınmış Türk kumandanlarıdır.  Bunlar Diyarbakır, Van, Mardin ve Urfa taraflarında Artukoğulları Beyliğini kurmuşlardır.
Ancak olayların başlangıcının bir de işin doğrusu var. Şimdi ona bakalım:
Arslan Yabgu 1025 yılında Gazneli Mahmut tarafından esir edilmiş ve Hindistan’a gönderilerek orada bir kaleye hapsedilmişti. Oğuzların başında bulunan Yağmur Bey, 1032 yılında Sultan Mesut tarafından yakalanıp hapsedildi ve akabinde Gazne valilerinden Taş Ferraş tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Yağmur Bey’in oğlu Bögi, babasının obasının başına geçti. Ona Kızıl Bey, Buka Bey, Anasıoğlu, Oğuzoğlu Mansur ve Göktaş Bey’ler destek verdiler. Oğuzlar Taş Ferraş komutasındaki Gazneli ordusunu Horasan civarında mağlup edip Taş Ferraş’ı öldürdüler. Sultan Mesut ordusuyla üzerlerine gelince Hamedan ve Azerbaycan tarafına çekildiler. Çok olaylar meydana geldi. Kızıl Bey, Tuğrul Bey’in Azizüzüddevle bin Yahya adıyla veziri oldu. Rey’e hakimdi. Nişabur’un zaptında bulundu. Kızıl Bey hariç Oğuzlar Dandanekan Meydan Muharebesi’nin olduğu yıl, 1040 yılında Urmiye civarındalardı. Buradan 1041 yılında Hakkari üzerinden Güneydoğu Anadolu’ya girip Diyarbakır’ı kuşattılar. Bu sırada Arslan Yabgu oğlu Kutalmış, 1041 yılında vefat eden dayısı Kızıl Bey’e bağlı aşiretle onların yanına geldi. Güçlenen Oğuzlar Musul’u bile zapt ettiler. 1045 yılında Erciş’te Stefan Katapan komutasındaki bir Bizans ordusunu mağlup ettikten sonra Azerbaycan’a vardıklarında Tuğrul Bey, Diyarbakır’ın iktasını Oğuzların başında bulunan Buka ve Anasıoğlu’na verdi.
Kızıl Bey’in iki oğlu vardı. Hatta üç oğlu. Birinin adı Daana’dır. Bu bilgili ve alim demekti. Azerbaycan hükümdarı Vahsudan’ın şairi Katran, onun için Oğuzların padişahı diyerek bir şiirinde bahseder. Daana, diğer Oğuz beyleri Hamedan ve Horasan’da savaşırlarken Oğuz ailelerinin başında Urmiye’de bulunmaktaydı. Daana kanaatimize göre Taylu Danişment Gazi’den başkası değildir. Buhara yakınlarında bulunan bir aileden gelmektedir. Urmiye'de Oğuz ailelerinin başında bulunan Daana'nın, bir ara emrindeki kuvvetlerle şimdiki Ermenistan'ın bulunduğu Vaspuragan'a sefer düzenlediği, Ermeni köy ve kasabalarını yakıp yıktığı, bol ganimetlerle Urmiye'ye döndüğü söylenir. Arslan Yabgu’nun oğlu ve Yağmur Bey’in yiğeni Kutalmış’ı Amidülmülk el Kunduri eğittiği gibi Taylu Danişment Gazi de eğitmiş, ayrıca onu kendine damat edinmiştir. Danişment Gazi için Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın dayısının oğlu olduğunun söylenmesi buradan gelir. Burada unutmadan bir iki meseleye temas edeyim:
Danişmentname, Danişmentliler Devleti zamanında Kayseri'de İbni Kemal tarafından yazılmıştır. Daha sonra İkinci Murat zamanında Tokat dizdarı Arif Ali tarafından yeniden kaleme alınan bu eser, asıl Danişmentname değil de, İkinci İzzettin Keykavus'un münşisi İbni A'la'nın yazdıkları esas alınarak yazılmış, dolayısı ile yer yer yanlışlıklar ve değişiklikler yapılmıştır. Günümüzdeki Danişmentname budur. İbni A'la mı yapmış, yoksa Arif Ali mi yapmış, onu bilmeyiz ama, ikisinden biri yapmış, eserin aslına sadık kalmamışlardır. İşte Danişment Gazi'nin Ermeni dönmesi olduğunun söylenmesi de burada işin içine dahil edilmiştir. Özbe öz Türk, Buharalı, hatta Türkmen olan biri nasıl Ermeni yapılmak istenir, anlaşılır gibi değil. Herhalde Danişmentname'yi yeniden kaleme alan o iki kişiden biri Ermeni dönmesi ki, öyle bir tahrifata, ya da çarpıtmaya girişmiş olabilir. İbni Kemal'in ve İbni A'la'nın yazdıkları kaybedildiğine yahut yok edildiğine göre, bu işi yapan günümüzdeki nüshanın sahibi Arif Ali'dir. 
Taylu Danişment Gazi'nin oğlu Gümüştekin Gazi'nin diğer adı Ahmet'tir, menkıbelerde Danişment Ahmet Gazi denerek de geçer. Bu Ahmet adı onun adıdır, Taylu Danişment Gazi'nin değil.
Kutalmış’ın Sultan Alparslan’la giriştiği savaşta kurtulduğu, 3 Ocak 1064’te peşinden yetişen askerler tarafından öldürüldüğü söylenir. Aslında Kutalmış ölmemiştir, sağdır. Onun peşinde gelen askerlere Er Basgan komuta etmektedir. Er-Basgan, Kutalmış’ın 6 yaşındaki oğlu Mansur’u, 4 yaşındaki Süleyman’ı alıp Alparslan’ın yanına döner ve Kutalmış’ın öldüğünü söyler. Kutalmış, oğullarını ona emanet etmiştir. 1069 yılında Er Basgan, Alparslan’dan ayrılır ve Anadolu’ya girer. Yanında Nevakiyye Türkmenleri ve Kutalmış’ın oğulları vardır. Nevakkiyye Türkmenlerinin başında Kızlı, Atsız ve Şökli Bey’ler vardı. Kutalmış da bunlara katıldı. Kızlı, Kızıl Bey’in oğlu, Daana’nın kardeşinden başkası değildi. Er Basgan kendisine tabi kuvvetlerle Sivas’tan Bizans’a doğru yol alırken, bunlar 1070 yılında Suriye taraflarına indiler. Kızlı, Akka’nın kuşatmasında ölür. Ama bu kaleyi 1074 yılında Şökli fetheder. Kutalmış ve oğulları Şökli tarafındalar. 1075 yılında Atsız, Şökli’yi öldürür. Ancak Atsız, Kutalmış ve oğullarına dokunmaz. Onlar da Nevakiyye Türkmenlerinin bir kısmını alarak İznik’e doğru yola çıkarlar.
Kızlı’nın kardeşi Daana, Kavurt denen Kurt Bey isyanına karışmış, ancak o 1072 yılında Melikşah tarafından affedilmiş, Anadolu’ya gönderilmiş, Sivas, Tokat, Amasya ve Kayseri havalisinin fethi ona verilmişti. Bu sırada onunla birlikte gelen Artuk Bey de Harput ve Gümüşhane civarını fethetmiştir. Daana daha önce belirttiğimiz gibi, Taylu Danişment Gazi’ydi. Artuk Bey onun kızkardeşinden yeğeni olurdu. Yani Artuk Bey’in ana tarafından dedesi Azizüddevle Kızıl Bey’dir. Aralarında ne geçti bilmeyiz. Ancak Danişment Gazi Nizamülmük’e karşıdır. Belki Nizamülmük Artuk Bey’i Danişment Gazi’ye karşı dolduruşa getirmişti. Burası meçhuldür. Artuk Bey, bulunduğu yerden ayrılarak Suriye’de Atsız Bey’le buluşmuş, Arabistan dahil birçok yeri fethetmiştir.
Ebu'l Ferec Barhabraeus'a göre, iki oğlunu alan Kutalmış, İznik'e varmış, burayı fethetmiş, Er Basgan vasıtasıyla
Bizanslılarla iyi ilişkiler kurmuş. Ancak o, 1081 yılında Porsuk Bey tarafında bir düelloda galip gelmişken hileyle öldürülür, yerine aynı yıl oğlu Süleyman Şah geçer.

b)   Türkmenlerin ikiye ayrılmaları


Büyük Türk Mutasavvıflardan Seyit İmadettin Nesimi de Halep Türkmenlerindendir. 1404 ya da 1405 yılında derisi yüzülerek öldürülmüştür. Onun;
 “Kah çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi,
Kah inerim yeryüzüne, seyreder alem beni”  +
deyişi vardır.  Nesimi’yi destekleyen Türkmenler, 1407 yılında Şeyh Bedrettin, Halep’e geldiğinde, onu kendilerine mürşit edinmişler, “Burada kal, sana hanikah ya da tekke yapalım”, demişler; Şeyh Bedrettin onlara; “Kusura kalmayın, Yıldırım Beyazıt’a ahdim var, Edirne’ye varmam lazım” demişti. Ben bunu “Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin” adlı kitabımda yazdım.
Yine Faruk Sümer’e göre, 1520 yılında Beğdili’den Bozkoyunluların başında Mahmut Bey ve Atgüden Beyoğlu Karaman Bey varmış. Biri bir kolun, diğeri de öbür kolun başındaymış. Kanuni dönemindeki kayıtlarda Bozkoyunlular’dan bir kolun başında Hoca Ali Şeyh’e mensup birinin olduğu belirtilmektedir. Bunu 4 oba desteklemekteymiş. Defterde bunlar hakkında, “kadimden er ocağı olup, bir senede üç kelimetullah hatmedüp sevabın Hazret-i Hüdavendigar’a eda ettikleri, duaları makbul kimesneler” denilmekteler. Bozkoyunluların diğer bir koluna ise Boz Geyiklüler denmiş. Bunlar Bektaşiymiş. Namlarını ise XV. Yüzyıl’da yaşamış Boz Geyiklü Dede’den almaktalarmış. Bunları Türkmenlerden 17 oba desteklemekteymiş. Defterde haklarında şunlar yazılır:
Kadimden vacibü’r-riaye kimesneler”dir. Obalarına “kurban” olarak “çırak gelir, dervişler dedikleri” bunlardır ve onların “hem mezkur Beğdili cemaatinin uluları oldukları” söylenir. Bugün bile Gaziantep ve Suriye’deki Türkmenler bu Boz Geyiklü Dede’yi zikrederler, onun bir Türkmen velisi olduğunu belirtirler.
Benim araştırmama göre, Boz Geyiklüler'in bir kısmı XVIII. Yüzyıl'ın başlarında Melami Tarikatı'ndan ve Şeyh Bedrettin'in yolundan gidenlerden Malatyalı Niyazi Mısri'ye intisap etmişlerdir ki, onlara Bozkoyunlu Türkmenlerin Sofular Cemaati de denir.
Yine Kanuni döneminde, Süleyman Kethüda’ya tabi Beğdili Türkmenleri’nin 34 vergi nüfusu, Ahmet, Ali ve Mustafa Kethüdaların idaresindekilerin ise 57, 67, 109 vergi nüfusu bulunduğu görülmektedir. Bunlara Peçenekler de denilmektedir.
İkinci Selim döneminde Halep Türkmenlerinden 250 vergi nüfusa sahip Bayındırların başında Hüseyin Kethüda; Üçüncü Murat döneminde Bozkoyunluların birinin başında Uğurlu Bey, diğerinin başında ise Şefaat Bey vardır.
1577 yılı kayıtlarında Halep Türkmenleri sancak beyine gönderilen bir hüküm vardır. Bu hükümde Beğdililerden bir kısmının isyancı Arap emirlerinden Ebu Rişoğlu’na yardım ettikleri, bir kısmının yani Karaşeyhlü, Çoplu ve Sincanlar’ın yol kesicilik ve yağmacılık yaptıklarına dair duyum alındığı, bunların tedip edilmesi ya da zararlarına meydan verilmemesi istenmektedir.      
Bayındırlar Üçüncü Murat döneminde ikiye ayrılmıştır. 125 vergi nüfusun başına Bay Koca, 111 vergi nüfusun başına ise Hüseyin Kethüda’nın oğlu Savcı Bey geçmiştir.

İKİNCİ KISIM

1690 yılında Halep Türkmenlerinden Beğdililerin bütün obaları ile birlikte iskan edilmeleri için Kadızade Hüseyin Paşa’ya emir verilmiş, o da bu işe başlamış, Ağcakale’den Rakka’ya kadar yapılan iskan işini 1699 yılında Yusuf Paşa tamamlamıştır. Yeni-İl’deki bütün Türkmen obaları bu iskana tabi tutulmuştur. Hacı Alioğlu Ganim Bey idaresindeki 500 vergi nüfuslu Bekmişlü obası, Topal Asaf idaresindeki 600 vergi nüfuslu Karaşeyhlü obası, Firuz Beyoğlu Şahin Bey idaresindeki 600 vergi nüfuslu Bozkoyunlu obası, Seyf Han idaresindeki 200 vergi nüfuslu Bozkoyunlu obası, Pir Budakoğlu Mehmet Bey ve Satılmış Bey idaresindeki 500 vergi nüfuslu Dimeklü obaları; ayrıca Tatalu, Kazlu, Balabanlu, Araplu, Güneşli, Taşbaşlar, Sincanlar; bütün bunlar iskana tabi tutulmuşlardır. Beğdililerin sözünü dinledikleri ve çok önem verdikleri Firuz Bey, bu iskan işini duyunca 1691 yılında, Türkmenlerin yazın geldikle­ri Uzunyayla’da onlara hitap etmiş, iskan işini be­­­­ğen­me­diğini, yerleşmek isteyenlerin yerleşeceğini, onlara ma­ni olmayacağını, ancak kendisiyle gelmek isteyenler var ise hazırlanmalarını söylemiş, oğlu Şahin Bey, Kenan Bey ve Kurt Bey’e veda etmiş, Güney Azerbaycan’a doğru yola çıkmıştır. Onun niyeti ecdadının geldiği Horasan’a gitmekmiş ama, Urmiye’ye varınca orada kalmış.
İstanbul’dan 1695 yılında Avusturya Seferi’ne, Beğdili Türkmenlerin de iştirak edeceği emri gelmiş, 150 atlı ile toplam 500 kişi bu sefere iştirak etmiştir. İştirak eden beyler şunlardır:

Firuz Bey oğlu Şahin Bey,
Şedit oğlu Topal Asaf Bey,
Bekmişlü Ganim Bey,
Kör Nasır Bey,
Yüzhatim Ağa oğlu Hasan Bey,
Seyf Han Bey,
Ebu Seyf oğlu Mirza İsmail Bey,
Karaşeyhlü İdris oğlu Musa Bey,
Şeyh Musa Kethüda,
Şah İsmail oğlu Mehmet Bey,
Bozkoyunlu Ahmet Kethüda,
Karaşeyhlü El-İys oğulları: Kenan ve Kessal Bey,
Kırgıl Yahya oğlu,
Bozkoyunlu Kethüda Murtaza,
Döğerli Yedi Bey…

Bunlar Padişah İkinci Mustafa ve Kastamonu Türkmenlerinden Veziriazam Elmas Mehmet Paşa’nın emrinde Avusturya Seferi’ne katılmış, Lippa Fethi, Lugos ve Olaş zaferlerinde bulunmuş, hatta Zenta Faciası’nda bile cesaretlerini kaybetmemişler. Ancak bilinen bir şey var. O da birinin bile Avusturya Seferi’nden dönmediği.  Firuz Bey oğlu Şahin Bey, sefere giderken Bozkoyunluları kardeşi Kenan Bey’e emanet etmişti. Ondan sonra ise Bozkoyunluların başına Şahin Bey’in oğlu Firuz Bey geçmiştir. Neden böyle olmuş, bilmiyoruz.

a)   Kurt Bey

Ancak kayıtlarda 1698 yılında Bozkoyunluların ve Karaşeyhlülerin Elbistan’a saldırdıkları, buranın kalesini 40 gün kuşatıp aldıkları, en az 500 kişi öldürdükleri, 500 kadın ve çocuğu da tutsak aldıkları hadisesi var. Bu inanılması güç bir hadisedir ama, doğrudur. Faruk Sümer böyle demektedir. Onlar Elbistan’a niye saldırmışlar, burası meçhul. Çünkü Elbistan göç yollarının üzerinde de olabilir. İşte bu hadiseden sonra Şahin Bey’in oğlu Firuz Bey, Bozkoyunluların başına geçmiştir. Amcası Kurt Bey hayattaydı. Daha sonra yeğeninin yerine Bozkoyunluların başına o geçmiş olacak. Kurt Bey'in medrese gördüğü, Hanefi hukuk bilgisine sahip olduğu, kendisine bu nedenle Fakih, yani Fakı dendiğini zannetmekteyiz. Şeceremizin ulaşabildiği Kurt Fakı budur.
Yard. Doç. Dr. Ali Rıza Gökbunar'ın araştırmasında şunlar belirtilir:
"17. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti'nin Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik ile giriştiği 16 yıl süren (1683-1699) büyük savaş, Osmanlı Devleti'ni maddi ve manevi kayıplara uğratmış; ülkenin idari, mali, iktisadi, adli sistemi bozulmuştur. Her yıl 20-30 bin asker yazılması nedeniyle devlet hazinesi bunların maaşlarını karşılayamayacak kadar zor duruma düşmüştür. Bu karışıklıkları önlemek için vergiler arttırılmış ve yeni vergiler konulmuştur. Yeni vergi düzenlemeleri Anadolu'nun bir kısım yerlerindeki köylerde büyük nüfus dalgalanmaları meydana getirmiştir. Belli bir süre sonra bu durum birçok kasaba ve köyün harap olmasına yol açmış, bir çok ekili alan kullanılmaz hale gelmiştir. Osmanlı Devleti zirai ürünün azalması karşısında düştüğü darboğazdan ve olabilecek daha büyük felaketlerden haklı olarak endişe etmiş, boş ve harap yerleri yeniden canlandırma, imar etme ihtiyacı duymuştur. Söz konusu araziler, başka yerlerden gelmek isteyen kimselere verilmeye başlanmış..."
Görüyoruz ki o dönem Kurt Bey'in, ya da Kurt Fakı'nın yaşadığı dönem, Türkmenler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından da kritik bir dönemdir.
Kangal’ın Kocakurt köyünden Güler Tanyıldız, ilk sayılarında yazılar yazdığım “Yeni Hayat” dergisinin 1999 yılı Aralık ayı sayısında, Beğdili Türkmenlerinin boy beylerinden birinin adının Firuz Bey oğlu Kurt Bey olduğuna dikkat çekmekte, Beğdili boyu dağıldığı zaman bu Türkmenlerin kendilerine yerleşecek bir yer ararlarken bir yerin tepesinde bir kurt gördüklerini, orayı mesken tutup yerleştiklerini, o nedenle köylerine Kocakurt köyü dendiğini söylemekte, en iyi Kangal köpeklerinin ise kendi köylerinden çıktığını belirtmektedir. Bu yazı, hani bir televizyon programında “Osmanlı isyancıbaşılara paşalık verirdi, Apo’ya da paşalık verelim” diyen Prof. Dr. Mümtazer Türköne’nin, “Kurt sembolü 1910 yılında icad edildi” demesi üzerine dava arkadaşlarımdan Av. Hanifi Altaş tarafından internet sayfasında kaleme alınmıştır. Ancak Kocakurt köyünde pek dik bir kayalık yoktur ama, bir tepe vardır. Bizde Bozkurt ve Kurt Bey olayı dik bir kayalık olarak anlatılır. Kuluncak'ın Sofular beldesi ve Şarkışla'nın Mengensofular köyünde, yani bizim  köyde tepe üstünde dik kayalıklar vardır. Hele Mengensofular köyünün batısında, dağ misali tepe üstündeki dik kayalık muhteşemdir. Biz bu kayalığa Sofular'ın kalesi deriz. Kocakurt köyü de Kurt Bey soyundan olduklarından onun Bozkurt olayını zihinlerinde tutmaktadırlar. Bu doğaldır. Çünkü Sofular beldesiyle Mengensofular köyündekiler, hatta Kocakurt köyündekiler aynı boydan ve sülaledendirler. Anlatılan Bozkurt olayı gerçektir. Bir yazımda Kangal’da da akrabalarımız var, demiştim. Bu dergi yazısı şeceremize de ışık tutmaktadır.
Türkmenlerin Şarkışla’ya, köyümüzün bulunduğu Uzunyayla civarına göçü üç aşamada olmuştur. Birinci aşama, 1696 yılı ile 1699  yılı arasında Rakka valisi Yusuf Paşa ve Halep valisi Abbas Paşa’nın Bozkoyunluların üzerine yürümesi ve onlara çok zayiat vermesi nedeniyle XVIII. Yüzyıl’ın başlarında, ikincisi 1850’li yıllarda, üçüncüsü 93 Harbi’nde. İkinci ve üçüncü aşamanın Kafkasya göçmenlerinin Uzunyayla’ya yerleştirilmesi nedeniyle gerçekleştiğine dair söylentiler var. Bu doğru olabilir. Çünkü Karacaören, Tavladere, Kazancık ve Altınyayla eskiden Türkmen ve Avşar köyleriymiş. Şimdi buralarda Çerkezler var. Mengensofular’a 1700 yılından önce de yerleşmeler olmuş. Şimdi kendisi Hollanda’da olan Abdullah Arslan'ın dedesi Mehmet Ali Arslan'ın tapuda kayıtları var.  O bu kayıtları Sivas’taki defterdarlıkta bulmuş. Kayıtlar Birinci Ahmet zamanına kadar gidiyor. Abdullah Arslan'ın sülalesine Tötükler derler. Tapuda Gökoğulları diye yazılmış. Bizimle akrabadırlar. Yani soyumuz aynı, onlar da Bozkoyunlulardan. Bize Karaömeroğulları derler. Mengensofular’a yerleşmeye 1700 yılında Kurt Bey'in aşiretinden bir kısım Bozkoyunlular, yani Akkoyunlular da gelmiş. Koç'lar bunlardandır. Onlara Kurtfakıoğulları demişler. Akrabalık bağlarımız da var. 
Kurt Bey'le gelenlerin bir kısmı Kuluncak’ın Sofular köyüne ve Kangal'ın Kocakurt köyüne yerleşmişler. Hatta Balıklıtohma çayı boyunca devam eden, yol güzergahında bulunan Mancılık, Havuz, Kurtoğlu, Kürkçüyurt ve daha birçok köye yerleşenler olmuş. İkinci ve üçüncü aşamada da Kuluncak’ın Sofular köyünden gelenler olduğu gibi, Mengensofular’dan da Havuz ve Kürkçü­yurt, hatta Kurtoğlu köylerine yerleşenler olmuş. Bunların dı­şında Uzunyayla’da bulunan Tonus, Kurtoğlu, Kapaklıpınar, Karapınar, Yassıpınar, Durgunsu, Kurtoğlu, Samankaya, U­çuk, Bağlama; Balıklıtohma  çayı boyunca uzanan Taşlıhüyük, Harmandalı, Kızılhüyük, Tahtyurt, Çamurlu, Böğrüdelik, Sarıca ve Beserek adlı köyler Beğdili’ye bağlı Boz­­­­­­­­ko­yunlu Türkmen köyleridir. Bu köylerin bazısında, Kapaklıpınar’da ve Yassıpınar'da olduğu gibi Avşarlara da rastlanabilir. Mengensofular'a yerleşenlerden bir sülale de Köşker'ler, Karaca'lar, Alibagil ve İbiş'ler'dir. Ancak Karaca'lar adı Kut beyin diğer adı Kurt Karaca'dan da gelebilir. Yine Uzunyayla'da Sarıçiçek, Osmanuşağı, Abdurrahmanlar, Öziçi ve Yeniköy gibi Türkmen köyleri de vardır.
Ayrıca şunu da belirteyim: Kastamonu'nun Cide ilçesine bağlı Sofular köyü vardır. Bu köyde Türkmendir. Halen Türkmen olduklarının bilincindedirler. Köyün ne zaman kurulduğuna dair bir bilgi yoktur. Ancak bu köyü de Mengensofular gibi, Kuluncak'ın Sofular köyünden ayrılanlardan bir grup insan kurmuş olabilir. Yine Konya’nın Karapınar ilçesinden Mehmet Bey’in bildirdiğine göre, onlar da Beğdili’den Hotamış Türkmenleri’ndenmiş. XVIII. Yüzyılın başında Uzunyayla’dan Karapınar’a gelip yerleşmişler. Soylarına Halep Türkmenleri dendiğini biliyormuş. Kırşehir’de de bu Türkmenlerden var. Yalnız bunlar Şahin Bey’i, Kenan Bey’i ve Kurt Bey’i Mehmet Ali ve Bekir Bey’lerle idam edilmiş gösteriyorlar. Kenan Bey idam edilmiş olabilir, hatta Kurt bey bile XVIII. Yüzyıl’in ilk çeyreğinde yakalanıp idam edilmiş olabilir ama, Şahin Bey idam edilmemiş, Avusturya Seferi’nde, muhtemelen Zenta Muharebesi’nde şehit düşmüştür. Şahin Bey, Avusturya Seferi’ne giderken Bozkoyunluları kardeşi Kenan Bey’e emanet etmiş, Elbistan kalesi baskınından sonra, 1700 yılında da beylik Şahin Bey’in oğlu Firuz Bey’e geçmişti. Bunu daha önce anlatmıştık. Demek ki Elbistan kalesi baskınının Kenan Bey’in idamı ile alakası olabilir, veyahut bu idam işi baskından sonra vuku bulmuştur.
Kırşehir Türkmenleri de Kurt Bey’le ilgili bilgi verirler ve şöyle derler:
Beydili aşiret beyinin hanımı üçüz oğlan doğurmuştu. Kadın, Rakka’ya sürgüne gitmeden önce bu çocukları dağdaki bir mağaraya götürüp, bırakmış, bir kaç yıl geçtikten sonra Beydili aşireti sürgünden dönmüş. Mağaraya giden anne, üç oğlunun da mağarada tıpış tıpış yürür halde olduklarını görmüş ve bir kenara gizlenip beklemeye başlamış. Gün batarken bir Bozkurt’un gelip çocukları emzirmeye başladığını görmüş. Anne, üç oğlunu alıp obasına dönmüş, kara yağız kıllı olana Kurt Karaca, ince, uzun  ve sırım gibi olana Cerid, boynu ince olana da Boynuince, diye isim vermiş. İşte Karaca Kurt, Cerit ve Boynuince obaları bunlardan gelir.
Görüyoruz ki, Kırşehir Türkmenleri olayı bir az efsanevi bir kalıba sokarak, Ergenekon destanıyla bağlantı kurdurmuş. Çünkü yazımızda anlattığımız gibi işin içinde bir Bozkurt olayı var. Belki bu kurt hikayesini arada parantez açıp açıklarlarken, Türklerin yok edilmesini, bir genç çocuğun sağ bırakılmasını, onun da bir dişi kurt tarafından beslenmesinden bahsetmiş olabilirler. Zamanla bu anlatılan şekle büründürülmüş.

b)   Mengensofular

Mengensofular doğduğum köydür. Şarkışla'dan bakıldığı zaman, Mengensofular'ın kalesi mihrap gibidir. Zaten köyümüz Şarkışla'nın tam kıblesindedir. Kalenin doğusunda yer alan Çatalarkaç'a vardım. Orası da yüksektir. Çok eskidendi, 13-14 yaşlarındaydım. Yaz günüydü. Dayımlarla gitmiştim. Ekin biçmişler, hayvanlar için ot toplamışlar, bir kağnı sap vurmuş, bir kağnı da ot vurmuş, akşama yakın Adamkaya’ya gelmiştik.  Bu sene Mayıs ayında Kargasekmez tepesinden, şimdi kendisi Danimarka’da bulunan Kızılcakışlalı İlhan Esen’in arabası ile yukarı çıktık. Tepeyi aşmadık. Öte taraf Çatalarkaç’tı.
Şimdi Karacaağaç'ın olduğu yerler ve yamaçlar orman olmuş. En son o tarafa 10-15 yıl kadar önce Boztepe'den bakmıştım. Bu süre içinde her şey çok değişmiş. Duyduğuma göre Karacaağaç'ı domuzlar mesken tutmuş, eşek gibi iri iri domuzlar. Eskiden bir tane bile yoktu. Şarkışla’nın ovasında veya ovanın hemen başındaki köylerde nüfusları fazla olmamakla beraber Ermeniler de varmış. Birinci Dünya Harbi’nin başlarında bunların erkeklerinden bir kısmı silahlanıp çete harekatına girişmişler. Silahlı Ermenilerden bir grubun Karacaağaç’ta bulunduğu haberi yayılmış. Eli silah tutan Türkmen gençleri toplanıp gelmiş ve silahlı çatışmaya giren Ermeniler bir kişi bile sağ bırakılmadan öldürülmüş.
Ziyaret'ten Mengensofular'ın çevresi ve Kale'nin görüntüsü, hele Kargasekmez’in üzerinden daha hoş ve çekici.
Benim işittiğime göre ecdadımız Darende'nin Sofular köyü ve çevresindeki köylerden gelmişler. Tahminime göre 1700 yılından sonra, 18. Yüzyıl’in ilk çeyreğinde. Şimdi o Sofular köyü Darende'ye değil, Kuluncak'a bağlı. Bu köyün bir internet sitesi vardı. 2009 yılında, o köyle ilgili bir çekim seyretmiştim. Şimdi maalesef yok. Ne olmuşsa, kaldırmışlar. Köyde bir şenlik yapılıyor. Bu “mengensofular.com”da anlatıldığı gibi,  Kurt kılığına giren ve köyümüzü ziyarete gelen, sonra da dayak yiyen Sıyırmalı köylüler gibi. Tamı tamamına aynı. Bu bir gelenek. Yılda bir kere yaparlarmış. Eski Türk inançlarında gelmekteymiş, 1000 yıla yakın devam ettirilmiş. Kuluncak'ın Sofular köylüleri bunu yakın zamana kadar yerine getirmektelermiş. Ama şimdi o geleneği bizdeki gibi kaldırmışlar.   
Dedem bana çok anlatırdı. Ben de dinlerdim. O Enver Paşa'nın bir numaralı hayranıydı. Atatürk, Sivas kongresinden sonra Ankara'ya geçerken, Şarkışla'ya uğramış, dedem yirmi askerle onu Merkezhüyük köyü girişinde karşılamış.
Dedem demişti ki: “Ben askerlerin başındaydım. Otomobille gelen Mustafa Kemal, bana baktı, ‘adın ne’ dedi. Ben ‘Üzeyir’ dedim. Mustafa Kemal, ‘kimlerdensin’ dedi. Ben, ‘Türkmenlerden, Karaömeroğullarından...’  dedim. ‘Benim hafif sarışın ve çakır göz­­­lü olmam onun dikkatini çekmişti. Eline defterini aldı, adımı yazdı. ‘Bundan sonra senin adın Aziz olsun’ dedi. İstiklal madalyamı alırken, askeri kayıtlarda, Karaömeroğullarından,  Hacı Memet torunu, Halil İbrahim oğlu Aziz diye kaydıma da rastlanmıştı. Bu şerh düşülen kayıttı. Hacı Memet torunu, Halil İbrahim oğlu Üzeyir, yani asıl adımla da kaydım vardı. Demek ki Atatürk, Sivas’tan Ankara’ya giderken aldığı notu askeri kayıtlara geçirmiş. Öyle anlaşılıyor. Zaten bir yıl sonra seferberlik ilan edilmiş, beni de 10 askerle birlikte Ankara'ya çağırmışlardı. Polatlı'ya kadar gitmiştik. Sonra Sivas civarında bazı isyanlar baş gösterince beni ve 10 askeri Şarkışla'nın asayişini sağlamak için geri göndermişlerdi. Bir, bir buçuk yıl sonra da Milli Ordu’ya katılmam için Kayseri’ye gittim.
Bunları söyleyen dedem, Kangal'da, Uçuk, Samankaya'da da akrabalarımızın bulunduğunu söylerdi. Derdi ki: “Bizim akrabalar Halep'te de vardır. Ben, birkaç sefer mavzerimi kuşandım, atıma bindim, Halep'e gidip geldim. Oraya kadar Türkmenler vardır.
Liseden 1’den 2’ye geçerken ikmale kalmıştım. Bu ikmalleri verirken Sivas’ta bir ay kadar Samankaya’dan akrabaların yanında kaldım.
Şarkışla'nın Adamkaya köyü, Bahçalan köyü, Dökmetaş köyü, Osmanpınarı köyü, Kevennik köyü, Kışla köyü, Sarıçiçek köyü, Kötüköy (Oluktaş), Delilyas, Kürkçüyurt, (Bu iki köy şimdi Altınyayla’ya bağlıdır), Kale köyü, Osmanuşağı köyü, Sarıkaya köyü, Öziçi köyü, Sıyırmalı köyü, Abdurrahmanlar köyü (Bu iki köy şimdi Gemerek’e bağlıdır)... bir de Kızılırmak tarafında Fakılı var.  Bu köyler, Altınyayla’ya ve Gemerek’e bağlanan daha birçok köy Türkmen köyü imiş, buralarda akrabalarımız varmış. Fakılı'ya bizim köyden, akrabalardan biri gelin gitmiş. Hatta Türkmenlerden beş-altı evin XIX. Yüzyıl ortalarında göçüp, Kızılırmak kıyısındaki bu köyü kurduğu da söylenir. Ora ile akrabalık bağımız herhalde bu nedenlerledir. Öziçi’li Doç. Dr. Zeki Karakaya, kendilerinin Oğuz, yani Türkmen olduklarını, bu bölgeye ilk yerleşenlere Gazi Ömer Uşağı dendiğini (herhalde Ömerliler, ya da Karaömeroğulları demek istiyor), bunlardan bir kısmının Kırşehir’e göç ettiğini belirtiyor. Zeki Karakaya’nın verdiği bilginin bile şimdiye kadar anlattıklarımla nasıl bağlantılı olduğunu görüyoruz.

ÜÇÜNCÜ KISIM

Pınarbaşı’nda da akrabalarımız varmış. Bu ilçenin bir kısmı Avşar, bir kısmı Türkmendir. Sonradan buraya Çerkezler de yerleştirilmiş. Dedemin amcası oğullarından Ali ve Hüseyin beyler Mengensofular'dan oraya, akrabalarının yanına gitmiş­ler. Bu aileye Pınarbaşı’nda Kışçılar derlermiş. Gü­nümüze ancak torunları kalmıştır.
Dedem bana çok şeyler anlatırdı. Dedesi Hacı Mehmet’in de bir Türkmen Bey’i olduğunu, çevredeki bütün Türkmen köylerin onu bey olarak tanıdıklarını söylerdi. Hatta Türkmen köylerinin Uzunyayla’da Halep’e kadar uzanıp gittiğini de belirtirdi. “Bey demek ağa demek değildir” derdi. “Bey sözü dilenir ve güvenilir kimsedir” derdi. “Bey emanet edilen kişi demektir” derdi.
Dedem, “Avşarlarla Türkmenler birdir” derdi. Ben bu sözü unutmadım. Araştırmacı olunca, tarihi sosyolojik konuları araştırmaya başlayınca “Avşarlarla Türkmenlerin bir” olduğunu belgelerle gördüm. Bilhassa Faruk Sümer hocamız buna “Oğuzlar (Türkmenler)“ kitabında dikkat çekmişti.
Dedemin küçük bir not defteri vardı. Bu deftere Osmanlıca harflerle notlar alırdı. Ben 1973-1974 öğ­retim yılında Dil ve Tarih, Coğafya Fakültesi’nde, Ortaşark Dilleri’nde, Fars Dili ve Edebiyatı'nda okumuştum. Hocamız da Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğlu idi. Derslerim çok iyi idi. Sınıfı ikmalle de olsa, not ortalamam 10 üzerinden 7 olarak geçmiştim ama, yeniden Üniversite imtihanına girip, kaydımı 1974 yılında Başkent İktisat Akademi’ye aldırdım. O yıl Abdullah Çatlı da bu okula kaydını yaptırmış­tı. Site Yurdu’nda, aynı katta beraber kaldık. Onunla 1978 yılından son­ra bir gün bile görüşmek nasip olmadı. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. O, Refah Partisi iktidara gelince 1996 yılında Susurluk’ta bir yargısız infaza kurban gitti.  Nevşehirliydi. Sülalesi 1700'lü yılların ilk çeyreğinde Kurt Bey'den ayrılıp daha kuzey yönüne gitmişlerdi. Trablusgarp kahramanlarından Kılıç Mehmet de denilen Hacı Mehmet 1925 yılında Nevşehir'e yerleşmişti. Abdullah Çatlı, onun torunuydu,  22 Ekim 1984'de Paris'te yakalandığında üzerinde Hasan Kurtoğlu adına düzenlenmiş bir pasaport vardı. Hayatı hakkında verilen bir biyografide, "Sülalesi en kalabalık Türkmenlerdendi" denmektedir. Demek ki, Çatlı bilerek ve şuurlu olarak Kurtoğlu soyadını kullanmıştı.
Bizim Nevşehir’de, Tuzkaya köyünde de akrabalarımız vardır. İki teyzem de buraya, Tuzkan ve Tuzkaya ailelerine gelin gitmişlerdi. Her birini yakından tanıyorum. 
Dedemin küçük not defterinde eski harflerle yazılmış bir şiir dikkatimi çekmişti. Sanırım 1983 yılıydı. 1980 yılında Yedeksubay askerlik kararımı aldırdığım halde, 1983 yılında 4 aylık, kısa dönem askerliğimi tamamlamıştım. Aklımda kaldığı kadar dört dörtlük şiirin son iki dörtlüğü şöyleydi:
Türkmeni, Avşar’ı kırmak isterler
Oklayıp tüfenkle vurmak isterler
Ahret suali mi?... Sormak isterler
Aktır Hak katında yüzümüz bizim

Ceddimiz gitti de, gelmez seferden
Bir haber bile yok beşyüz neferden
Bastık kaleyi de, sanki kafirden
Aldık Dadaloğlu’m sözümüz bizim
Bu şiir Firuz oğlu Şahin Bey’in katıldığı Avusturya Seferi’ne işaret ettiği gibi, Elbistan kalesinin basılıp, oranın alınmasına da değiniyordu. Ancak bu şiiri Avşar beylerinden meşhur Dadaloğlu yaz­mıştı. Çünkü son dörtlüğün dördüncü mısrasında onun adı geçiyordu. Dedem bu şiiri kimden almış da, bu deftere yazmıştı. O kadar zaman geçti, bu iki dörtlüğü unutmamışım. Yüksek Lisansı bitirdikten sonra soyumuzu araştırmak istemiştim ama, nasip 2010-2011 yılınaymış.
Bunları yazdıktan sonra aklıma Pınarbaşı’ndaki akrabalarım geldi. Gerçi Avşarlar da Türkmendi ama, boy adları ile anılmak bir kültürel zenginlik kaynağını belirtmekteydi. Faruk Sümer’in “Oğuzlar (Türkmenler)“ kitabını karıştırmaya başladım ve aradığımı buldum. Avşarlar da 1690 yılındaki Avusturya Seferi’ne iştirak etmişlerdi.
Gerçi bir yazımda Kurtfakıoğulları demiştim ama, soyumuzun sülale adı Karaömeroğulları imiş. Dedem istiklal madalyasını alırken de, bu sülale adı kullanılmış. Ömerliler diye de söylenir. Şarkışla nüfus kütüğünde adı geçen 1868 doğumlu Halil İbrahim, dedemin babasıdır. Yine nüfustaki onun babası Hacı Memet’in  dedesi Çavuş dedem, onun babası da Süleyman Ka imiş. Dayım Ahmet Öztoprak’a sordum, babası (yani Badruk Hasan dedemle, Üzeyr) dedemle kardeş çocukları olurmuş. “Peki Hacı Memet dedemin babası kim imiş” dedim. İlkin hatırlayamadım dedi. Çünkü yaşlanmıştı. Sonra aklına gelmiş ki, “Selahattin” dedi. Kara Ömer Bey, Süleyman Ka’nın babası olabilir miydi? Zannetmem. Dayım bir ara bir Çavuş dedemden daha söz etmişti.

a)   Avusturya Seferi’ne iştirak eden Avşar beyleri

Faruk Sümer’e göre, 1690 yılındaki Avusturya Seferi’ne çağrılan Avşar beyleri iki yüzü atlı, toplam beş yüz kişi bu sefere iştirak etmişlerdir. Bu beyler şunlardır:
Recep oğlu Halil Bey
Recep oğlu Daana Murat Bey
Çerkez oğlu Hacı Mustafa Bey
Çerkez oğlu Ömer Bey
Deli Seyf oğlu Mire Muammer Bey
Bahri oğlu Himmet Bey
Kara Gündüz oğlu Kara Halil Kethüda
Hacı İvaz oğlu Dokuz İbrahim Bey
Kara Gündüz oğlu Murat Bey
Bunlar da seferden dönebilmişler midir? O hususta bir bilgimiz yok. Yine Faruk Sümer’de, Avusturya Seferi’ne iştirak eden Çerkez oğlu Hacı Mustafa Bey, Recep’in torunu olarak gösterilir. O sayfada bir de soy kütüğü şeması var. Ancak bu şemada Recep, Kara Recep olarak gösterilir. Hacı Mustafa Bey ona bağlanmıştır. Çerkez adını ancak Arap Hasan’dan gelen sülalede görüyoruz. Arap Hasan’ın Ömer Bey adlı bir de oğlu vardır. Bunlar altı kardeştir. Çerkez Ağa diye geçen sonun­cu torunun adı Ahmet Yıldırım olarak belirtilmiş ki, muhtemelen bu XIX. Yüzyıl sonlarında dünyaya gelmiştir. Şecere  Arap Hasan’a kadar varır. O ise sefere katılan Hacı Mustafa’nın kardeşidir. Şecerede onun bir de İbrahim Bey adlı kardeşini görmekteyiz. Verilen bilgiye göre, şecerede görülen Arap Hasan’ın oğlu Ömer Bey’den başka, bir de Çerkez oğlu Ömer Bey vardır. Bu Ömer Bey, şecerede gördüğümüz Ömer Bey’in amcası olabilir. Arap Hasan’ın dördüncü nesil torunu Çerkez Bey’in 1856 yılında Avşar beyi olduğu görülmektedir. Onun oğlu Hacı Bey de 1865 yılında Avşarların başındadır.
Arap Hasan’ın oğlu, Ömer Bey’in kardeşi Bekir Bey’in 1712 yılında Receplü Avşar beyi olarak İstanbul’a geldiğine dair bir kayıt görmekteyiz.
Çerkez Bey’in doğum tarihini 1780-1790 arası kabul edersek, onun babası Osman Bey’in doğum tarihi 1750-1760 yılları arasına denk düşer. Onun babası kim ise  doğum  tarihini 1720-1730 kabul ettiğimizde, oğlu Ali Bey’in, yani Arap Hasan oğlu Ömer’in kardeşinin doğum tarihi de 1680-1690 arası olabilir. Bu bizim şecere, yani Karaömeroğulları’yla da örtüşmektedir. Ali Beğ kardeşlerin beşincisidir. Ancak Bekir Beğ, Ali Bey’den yaşça büyüktür. Ömer Bey ortancalıları olsa, doğum tarihi 1690-1700 olabilir.
1868 doğumlu Halil İbrahim’in babasını Hacı Memet’i 1840-1850 yılları arası dünyaya gelmiş kabul edelim. Onun babası Selahattin’in 1810-1820 arası dünyaya geldiğini düşünürsek, onun babası Çavuş dedemiz 1780-1790 yıllarında dünyaya gelmiştir. Onun babası Süleyman Ka’nın da 1750-1760 yılları arasında dünyaya geldiğini kabul ettiğimizde, babası Çavuş dedemizin doğum tarihi ancak 1720-1730 yılları arası olabilir. Bunun babasının doğum  tarihinin, kim ise 1690-1700 yılları arasına denk geldiğini görürüz.
Firuz Bey anlatılırken, Urmiye’ye doğru yola çıkarken, atının üzerinden 6 aylık bir evladını, "Aman bu çocuğun hatırı için gitme, bak yeni doğmuş bir sabi, senin evladın, torunun" diyen ve ayaklarına sarılan aile efradına kızıp, kendisini uğurlayanlara attığı, çocuğun yere düştüğü, çocuğun öldü sanıldığı, Bozkoyunluların Firuz Bey’e, "Sen nasıl bir atasın, işte çocuğu öldürdün" dediği, buna sinirlenen Firuz Bey’in kendisiyle beraber gelecek olan adamlarını alıp arkasına bile bakmadan yola koyulduğu  söylenir; oysa çocuk birkaç saat sonra gözlerini açmış; Firuz Bey’in peşinden birkaç atlı gönderilmiş, çocuğun ölmediği söylenmiş ama, Firuz Bey inanmamış, yoluna devam etmiştir. İşte bu çocuk, Kurt Bey’in oğlu olabilir. Çünkü torun da evlat demektir. Kürkçüyurt ile Havuz köyleri arasında Kurtoğlu diye bir köy var. Herhalde bu köye o çocuktan dolayı söz konusu ad verilmiştir, ancak çocuğun adı belli değildir ama, Kurt Karaca olabilir.
Üzeyir dedemin kardeşinin adı Ahmet’tir. Ona Çerkez Ahmet de derler. Oysa bizim Çerkezlikle herhangi bir alakamız yoktur, nasıl ki Avşarların Çerkezlikle bir alakalarının olmadığı gibi. Ama gördüğümüz gibi onlarda da Çerkez isimliler var. Çerkez Ahmet’in bir oğlunun adı Hacı Mehmet’tir. Almanya’da işçi olarak çalışmış, para kazanmış ve gelip Mersin’e yerleşmiştir. Ona küçüklüğünden beri Arap Hacı derler. Bu sene başında vefat etti. Çok iyi biriydi. Oysa bizim Araplıkla her hangi bir alakamız yoktur, nasıl ki Avşarların da sülalelerinin geldiği Arap Hasan’a bu ismi koydukları halde, Araplıkla bir ilgilerinin olmadığı gibi.
Dedemin amcası, yani Hacı Memet’in oğlu Süleyman, ona Sülük de derler, Halep’teki akrabalarının düğününe davet edilir, gider. Orada düğünde silah atarken yanlışlıkla birini vurur, adam ölür. Zaptiyeler tutuklamaya geldiğinde ya­nındakilerle birlikte kaçarlar. Diğerleri Mengensofular’a gelir, o Uzunyayla’da Beyazköy’de kalır ve evlenir. Bu köy bir Çerkez köyüdür. Dedem, yani annemin babası Badruk Hasan, Beyazköy’de dünyaya gelir. 9 sene bu köyde kalırlar. Demek ki Üzeyr dedemin doğumuna yakın Mengensofular’a dönerler. Süleyman’ın adı ölen kardeşi Ahmet olarak kütüğe geçer. Buna Sofu Ahmet de derlermiş. Hasan Dedem Çerkezceyi Beyazköy’de öğrenmişti, ana dili gibi bilirdi. Kendisi o kadar badire atlatmasına rağmen şimdi sağ olan Ahmet dayıma, amcasının bu adından dolayı Sofu Ahmet derler. Şimdi bütün bunlardan sonra esas konuya gelelim:
Sülalemizin geldiği Kara Ömer kimdir? O ya Firuz Bey’in oğlu Kurt Bey’in evladıdır, ya da Kara Recep’in, Arap Hasan’dan torunu Ömer Bey’dir. Firuz Bey’in oğullarından, anladığım kadarı ile, ancak Kurt Bey, XVIII. Yüzyıl’ın başında, yani 1700 yılında sağ kalmış.
Köylülerimizden Cücük Yusuf’un ve diğer Koç sülalesi, yani Bazoğulları'nın şeceresi Kurt Fakı’ya varıyor. Onlar kendilerine Kurtoğulları da derler. Mengensofular.com ve Paşababa.com’daki soy ağacı biraz karıştırılmış gibi. Bu da normaldir. Çünkü o kadar akrabayı bir yerlere bağlamak kolay mı? Gerçi oradaki isimler doğru, bunlar için bir şey söylenemez. Geldikleri sülalede, Cücük Yusuf'tan ayrı bir kolda bir Hacı Mehmet var, onun babasının adı da Selahattin. Eğer bu Hacı Mehmet, Cücük Yusuf ile kardeşse mesele yok; iş oldukça kolaylaşır.
Seyit Koç’un dedesi Şıh Yusuf, yani Cücük Yusuf, Üzeyir Dedem'le yaşıt. Onun babası Ali Mehmet 1872 doğumlu. Buna göre Cücük Yusuf’la ceddimiz Hacı Memet’le arasında iki üç yaş  var. Soyağacında Cücük Yusuf, nedense götürülmüş, Kurt Fakı’nın torunu Kurt Fakı’ya bağlanmış. Kurtoğulları’nın Selahattin de direk Hacı Ka’ya bağlanmış. Arada bir eksiklik var. O Hacı Ka, bizim ceddimiz Süleyman Ka olabilir. Kurtoğulları’ndaki eksiklik de Çavuş dedemiz...
Kurtoğulları’ndaki Hacı Ka’nın babası Eflak Osman, asıl Kurt Fakı’ya bağlanmış. Peki o zaman sülalemize adını veren Kara Ömer kim? Tahminim bu Çavuş dedemizin, yani Eflak Osman’ın  babasından başkası değil. Çünkü Kurtoğulları şeceresinde Eflak Osman’ın bir kardeşi var ama, buna Sofu Ahmet denmiş; ancak doğru olmayabilir. Çünkü Ahmet Sofu alelacele, Koçlar'ın diğer bir kolundan çıkarılan (aynı Cücük Yusuf gibi, uzatılan) bir okla ikinci Kurt Fakı'ya bağlanmış, o da öyle... Yalnız onun oğlu ve torunu, hatta onun oğlu Koç soyadı taşıyor. Soyadı kanunu inkılaplardan sonra verildi. Daha önce bu soy adı yoktu. Deli Mamo, Ahmet Sofu'nun oğlu. Onun oğlu Ali Koç. Bu normal. Çünkü  1900 ve bu yıldan sonra doğanlar soyadı kanunu ile soyadı alabiliyorlardı. Ömer emmi, Ali Koç'un oğlu. O da Ali Koç'un babası. 1951 doğumlu Turan Koç, bu Ali Koç'un oğlu olarak belirtilmiş. Arada Ömer emmi olmayabilir. Ali Koç da iki değil, bir tane; o da Deli Mamo'nun oğlu Ali Koç. Bu şahıs kanaatim  1890'lı yıllardan birinde dünyaya gelmiş.
Görünüyor ki, Ahmet Sofu XIX. Yüzyıl'ın ikinci yarısında yaşamış. Bu şahıs Hasan dedemin babasının ölen kardeşi Sofu Ahmet olabilir.  Ancak durum onu gösteriyor ki, Eflak Osman'ın bir kardeşi var. Bu kardeş bizim Hacı Süleyman Ka’nın babası Çavuş dedemiz midir?. Demek ki Kara Ömer hem Eflak Osman’ın hem de Çavuş dedemizin babası diyeceğim ama...

b)   Dadaloğlu

Kalıyor işin son düğüm noktası. Nasıl oluyor da Dadaloğlu mahlasının geçtiği şiirde bir kalenin basılıp, onlara düşman muamelesinin yapıldığı? Buradan şunu ileri sürebiliriz:
Türkmenlerin 1698 yılındaki Elbistan kalesine düzenledikleri baskında Avşarlar da rol almış olabilir. Çünkü Halep valisi Yusuf Paşa  iskana tabi tutulan Yeni İl göçerlerini baskı altına almış, onlar yaz gelince yaylaklarına, yani Uzunyayla’ya çıkmak istemiş, Yusuf Paşa buna mani olmuş, Türkmenler Osmanlıya isyan edince Avşarlar da onlarla birlik olmuş. Bunun başka izahı yok.
Ortadoğu gazetesinde beraber çalıştığımız, ondan önce  arada sırada görüşüp konuştuğumuz Tahir Kutsi Makal’ın Dadaloğlu kitabında Dadaloğlu’nun doğum  tarihi 1785 olarak verilir ve 1868 yılında öldüğü belirtilir. Diğer kaynaklarda onun Fırka-i İslahiye döneminde yaşadığı söylenir. Bazı şiirlerinde o dönemde yaşayan ve söz konusu düzenlemeyi yapan paşaların ismi geçer. T. K. Makal, Dadaloğlu’nun ismini Veli, babasının adını Dadaloğlu Aşık Musa olarak vermiş. Yani Dadaloğlu’nun kendisi ve babası da ozan ve Dadaloğlu mahlasını kullanıyorlar. Onun bir şiirinde şöyle deniyor:
“Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretimden beyimden
Pınarbaşı’nda da beş yüz evinden
Çıkıp beşyüz cana kıyanlardanım”
Deyişteki bu sözler onun Avusturya Seferi’nden ve Elbistan kalesi baskınından açık açık, yorumsuz ve tevilsiz bahsettiğini gösterir. Belki de o söz konusu baskında bulunmuştur. O bulunmamış ise de aynen kendisi gibi Dadaloğlu mahlasını kullanan dedesinin babası bulunmuştur.
Daha önce iki dörtlüğünü verdiğim şiir, her nasılsa Üzeyir Dedem’e kadar ulaşmış, o da bu şiiri dört dörtlük olarak not defterine kaydetmiş. Çünkü Avşarlar ile Türkmenler arasında çok yakın ilişki var. Hemen hemen birdirler. Kara Recep’ten gelen Arap Hasanlar bilhassa Tomarza’nın Toklar ve Pınarbaşı’nın Pazarören’de yerleşikler. Hatta Pınarbaşı’nın merkezinde de Kara Recepler'den var. Eğer Bazoğulları denen Kurtoğulları’ndaki Selahattin oğlu Hacı Mehmet, bizim yani Karaömeroğulları’ndaki Selahattin oğlu Hacı Memet, ya da şöyle diyelim; Kurtoğulları'ndaki Hacı Ka, Karaömeroğulları'ndan Süleyman Ka değilse, bizim sülale o zaman demek ki varıp Avşarlar'a, Arap Hasan’ın oğlu Ömer Bey’e dayanıyor. Bu nedenle her ihtimali göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü Üzeyir dedem, Uzunyayla’daki en az 10-15 köyün, hatta 20 köyün beyiydi. Beyler emanete hıyanet etmezdi. 1980 yılına kadar Türkiye’de döviz kayıt altına alınırdı. Bankaya yatırılınca bundan vergi keserlerdi. O nedenle Avrupa’da çalışan Türkmenler memlekete gelince dövizlerini, yani Marklarını dedeme emanet olarak verirlerdi. Dedem de onların bu parasını sahipleri gelip istediklerinde tastamam kendilerine teslim ederdi. Beylik bizde soydan gelirdi.

DÖRDÜNCÜ KISIM

Beğdililerin ilk beyi Harzemşahlar hükümdarı Atsız Bey’in dedesi Anuş Tigin’dir. Bunu İlhanlı tarihçilerinden Reşidettin belirtmektedir. Türklerin Ergenekon Destanı’ndan ilk haber veren tarihçi odur. Bu nedenle biz Reşidettin ve onun "Camiü’t-Tevarih" adlı eserine çok şeyler borçluyuz. Prof. Dr. Faruk Sümer, "Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları" adlı iki ciltlik eserinde "Büyük Selçuklularda Şahıs Adları"ndan bahsederken Anuş Tigin için, o Alparslan ve Melikşah’ın en büyük emirlerinden Gümüştekin Bilge’nin Gorcistan (Garcistan)’lı bir Türk memlüküydü, "Harzemşahlar Devleti’nde Türkçe Adlar"dan bahsederken de, “Onun Oğuzların Beğdili boyundan olduğuna dair Camiü’t-Tevarih’teki sözlere inanmak, asla mümkün değildir”  der. Faruk Sümer bu bilgiyi Muhammed el-Munşi  en-Nesevi’nin "Siyretü Sultan Celalettin" adlı eserine göre verir. Ancak söz konusu eserde Anuş Tekin’in Beğdililerin beyi olmadığına dair bir bilgi yer almaz. Çünkü en-Nesevi, Reşidettin’in gençlik yıllarında vefat etmiştir. Faruk Sümer, söz konusu kesin kanaate nereden varmış, bilmiyoruz. Oysa bilimde, hele ki tarihi ya da sosyolojik araştırmalarda kesinlik söz konusu olamaz. Çünkü, Reşidettin’in "Camiü’t-Tevarih" eseriyle En-Nesevi'nin “Siyretü Sultan Celalettin” adlı eseri arasında 50-60 yıllık bir fark bile olmamasına rağmen, belge belgedir. F. Sümer anlamayabilir ama, bir başka araştırmacı anlar. Sakın, Garcistan (Gorcistan)’la Gürcistan’ı kimse birbirine karıştırmasın, Garca denmesini de kimse Gürcü zannetmesin. Çünkü o zamanlar Gürcistan ve Gürcü adı yoktu. Bu adlar çok daha sonra verilmiştir.
Gelelim Anuş Tekin’in Gümüştekin Bilge Bey’in kölesi olduğuna. Bu kölelik mevzuu da tartışmalıdır. Çünkü Tekin adını Göktürk, Gazneli ve Selçuklu bey sülalelerinden başka biri taşıyamaz. Hele ki bir köle hiç taşıyamaz. Şimdi biri çıkacak diyecek ki, peki Memlüklüler ne oluyor? Memlükün ya da Memlüklerin ne olduğunu, nereden geldiğini bilen biri asla bu soruyu sormaz. Çünkü Memlükler Türkistan’dan, Horasan’dan, Azerbaycan’daki Türk topraklarından Araplar tarafından tutsak alınan Türk gençleri veya Türk çocuklarıydı. Bunların bir kısmı da hükümdar ve bey sülalesinden geliyordu. Hükümdar ve bey sülalesinden gelenler Tekin adını alabilir, ya da taşıyabilirler. F. Sümer’in bunu bilmemesine imkan yok. Memlük olmak o kişinin bey olmasına engel değil. Kim bilir memlüklüğü söz konusu tarihçimiz Beğdililerin ilk çıkış beyi olmaya bir engel olarak görmüştür ama, onun şahsi fikri beni, ya da araştırmacıları bağlamaz.
Memlüklerden İhşidler var. Bunu biliyoruz. İhşid adı Akşit’ten gelir. Akşit de Semerkant hükümdarı Akşit Oğuzbek’ten başkası değildir. Akşit isimdir. Onun oğlu Muhtar Oğuzbek vardır ki, babasının 712 ya da 713 yılında öldürülmesiyle Semerkant hükümdarı olmuştur. Demek ki, bunlar herhangi bir nedenle Abbasiler’de askerlik görevi almış, zamanla yükselerek Suriye ve Mısır’da İhşidler Devleti’ni kurmuşlardır. Memlük, Araplarda sırf köle anlamına gelmez, Arap ve Acemler’in dışındakileri, bilhassa askerlik ve halifelik hizmetindeki Türklere verilen addı.
Türklerde Araplardaki gibi kölelik müessesi yoktu. Anuş Tekin’e Melikşah’ın İbrikçibaşısı deniyor. İbrikçibaşı, saraydaki hizmetçileri organize eden kişiye verilen bir addır. İbrikçibaşı illa eline ibriği alıp da hükümdarın eline su dökmez. Dökse bile ne olur ki… Zaten bütün beyler, kumandanlar hükümdarın hizmetçisi değil mi? Bunda aşağılanacak herhangi bir durum yok. Ben şahsen böyle düşünüyorum.
Reşidettin’i kaynak aldığımızda; Anuş Tekin, Beğdili’lerin geldiği ilk belirli şahsiyet olduğuna göre, demek ki bu bey bir Türkmen. Beğdili, beyce konuşan anlamına geldiği gibi, bey gönüllü anlamına da gelebilir. Çünkü “dil” kelimesi Farsçada gönüllü demektir. Beğdili de bey gönüllüsü demektir. Peki, Türkmenlerde Anadolu fethine katılan gönüllüler kimlerdir? Bunları herhangi bir Selçuklu kumandanının veyahut komutanın emrinde hareket etmemiş kabul ettiğimizde, gerçekten de öyle, karşımıza -1041-1042 yıllarında Urmiye gölü kıyısında, Buka (Kızılboğa) Bey’e bağlı bin çadır, Göktaş Bey’e bağlı bin çadır, Yağmur oğlu Bögi (Alp)'a bağlı bin çadır, Anasıoğlu ve Oğuzoğlu Mansur’a bağlı bin çadır- toplam 4 bin çadır olan ve Hakkari’den Anadolu’ya giren Türkmenler çıkar.
Türkmenler ilkin Yağmur Bey’e bağlıydılar. Bunlara Arslan Yabgu'dan dolayı Yubgulu Türkmenleri de diyorlardı. Onun ölümüyle Kızıl Bey’i lider seçtiler. Onun 1041 yılında ölümüyle Buka, yani Kızılboğa liderliğe getirildi, yani bey oldu. Kızılboğa’nın 1045, aslında 1047 yılında bir gece Irak’tan gelen Buhevhoğulları’na mensup ordu tarafından Diyarbakır kalesine girilip öldürülmesiyle, beylik Anasıoğlu Tekin’e geçti. Osmanlıların sülalesi Kızılboğa’ya kadar getirilir, ondan Oğuzhan ve Karahan’a kadar gider.
Söz konusu Türkmen beylerin çadır sayısını belirten F. Sümer, maalesef Anısoğlu ile Boga (Kızılboğa)’nın birbirini bir bıçak düellosu sonucu öldürdüğünü söyler, ama bu Mükrimin Halil Yinanç'ın 1944 baskılı Selçuklular Devri (Anadolu'nun Fethi), Prof. Dr. Ali Sevim’in "Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi" adlı araştırma eserlerine göre, doğru değildir.
Boga, Anasıoğlu, Göktaş, Bögi ve Oğuzoğlu Mansur’dan vakayinamesinde bahseden Urfalı Mateos bile, bir yerde, 1062 yılından bahsederken Saluri Horasan, Cemceme ve İsulu Bey’lerden söz eder; bunların Diyarbakır'ın Mervani beyi Nasr’dan yardım alıp Fırat havzasına kadar Ergani’den fetihlere başladıklarını belirtir. Bundan aynen söz eden Ali Sevim, eserinde İsulu isminin karşısına bir parantez açıp Anasıoğlu yazmış. Bir Faruk Sümer nasıl bir bilim adamı ve araştırmacıysa, M. H. Yinanç ve Ali Sevim de birer unvan sahibi araştırmacı.
İsulu adı Diyarbakır çevresinde birkaç yüzyıldır, hatta şimdi bile İzoli ya da İzolu olarak geçer; bunların bir kısmı, yüz iki yüz yıldır Kürtçe konuşsa bile, kendilerini Türkmen olarak bilirler. Anadolu içlerinde İsulu adı halen vardır; Silo da derler (Süleyman ismini bu nedenle daha çok tercih etmiş olabilirler), kullananlar da bir kelime Kürtçe bilmedikleri gibi Kürt değil, Türkmendir. Anasıoğlu adından bahseden F. Sümer, bu adı yerine göre Gızoğlu ya da Oğuzoğlu diye de yazmış. İtirazımız yok. Onun bu yazdığı doğru olabilir. Ancak çoğu fikrinin doğru olması bir iki fikrinin de yanlış olmayacağı anlamına gelmez. Zaten Oğuzoğlu Mansur, Anasıoğlu Tekin’in kardeşidir.

a)   Yedi Kardeşler

Şarkışla’da Yedi tepe üzerinde yatan Yedi kardeş hikayesi, efsanesi meşhurdur. İlçemizin her köyü de bu efsaneyi bilir ve kendi çevrelerine mal eder. Şimdi bile kendilerini Türkmen olarak addedenler, Şarkışla’nın güneyi, güneydoğusu ve güneybatısında, kısmen kuzeyinde, kısmen de batısında yerleşiktirler. İlçemizin diğer köyleri de arada sırada Türkmeniz derler ama, bizim köyler kadar değil. 
Şarkışla’nın güneyinde, Osmanpınar köyünün hemen üzerinde, bu köyle bizim köy, yani Mengensofular arasında Ziyaret denilen bir tepe var. Bu tepenin üzerinde Yedi kardeşlerden biri yatar. Yedi kardeşin yedisinin de ayrı bir tepede yattığı, onların bu tepe üzerlerinde şehit düştükleri söylenir. Türkmenler her yıl gelir, bu tepenin üzerinde dua okurlar, dilek tutarlar. Hatta yağmur duası için bile buraya çıktıkları olur. Dualar yapılır; gerçekten de yağmur yağar.
Ziyaret Tepesi’ne çocukluk döneminde birkaç defa çıkmıştım. Bundan 10-15 yıl kadar önce bile memlekete gittiğimde yine çıkmıştım. Ziyaret Tepesi hakkında, şehit düşen Yedi kardeş hakkında Türkmenler, çevre köylüler çok şeyler anlatırlar.
Eskiden Şarkışla'ya bağlıydı, şimdi Gemerek'e bağlı, Bulhasan köyü internet sitesinde, "Köy sınırları içinde yer alan Ziyaret dağı adı verilen dağda metfun bulunan zatın yedi kardeşi vardır. Yedi kardeş Afganistan’ın Kuzeydoğusunda yer alan Bulhasan adı verilen bölgeden gelmişlerdir. Yedi kardeşin tamamı, yapılan bir savaşta şehit olurlar ve cenazeleri birbirini görür konumdaki yedi ayrı dağa defnedilir. Ziyaret dağında metfun bulunan zatın adının da Bulhasan Devletlû olduğu, köyün adının da buradan geldiği diğer bir rivayettir" diye belirtilir.
Kuzey Afganistan dahil, Özbekistan'ın güneybatısını da içine alan ve Türkmenistan'a kadar uzanan kısma çok eskiden Gorcisatan (Garcistan) derlerdi. Burası Horasan'a dahildi. Bulhasan köylüleri, kendilerini Oğuz'un İlbeyli Türkmenleri'nden olduklarını, bu köye XVIII. Yüzyıl'da konar göçerlikten yerleştiklerini söylerler. F. Sümer'e göre İlbeyliler de Beğdili'ye, yani Halep Türkmenleri'ne bağlıdırlar. Beğdililer’in ilk beyi Anuş Tigin'in de Horasan'ın Gorcistan bölgesinden olduğunu göz önünde tuttuğumuzda, taşlar yerine oturur ve Reşidettin haklılık payı kazanır.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun köyü Elmalı'da da Yedi Kardeş Efsanesi'nden ve Ziyaret Tepesi'nden söz edilir, bu kardeşlerden birinin Kara Baba olduğunu, yedi kardeşin Horasan'dan Bizanslılar ile savaşmak için geldiklerini belirtilir. Oysa Elmalı köyü Şarkışla'nın kuzeydoğusuna, Bulhasan köyü de batısına, Kızılırmak tarafına düşer. Resimdeki gibi, Şarkışla'nın Topakkale'den çekilen fotoğrafta, tam karşıda görülen Ziyaret Tepesi de, güneye düşer ve Mengensofular'a giderken doğusunda yer alır. Bu Türkmen kültürü ilçemizin % 90 her köyünde vardır. Hatta Gümüşhane'nin Köse ilçesi Bizgili köyünde de Yedi kardeş efsanesi ve Ziyaret Tepesi'nden söz ederler.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun sülalesine Kızıllar derler. Onun köylüsü Musa Türkoğlu, kendilerinin de Halep Türkmenlerinden olduklarını, cedlerine Kızıl Bey dendiğini söylemektedir. Uzunyayla'daki Türkmenlerde de Kızıllar, ya da Kızıloğulları sülalesi vardır. Mustafa Kemal Atatürk bile, Rumeli'ye Anadolu'dan çok önceleri göçen Kızıllar sülalesindendir. Onun sülalesine Kızıloğulları da derler. Kızıl adı Kızılboğa'nın ya da Boga'nın babası, 1040 yılında, Dandanekan Meydan Muharebesi'nden sonra vefat eden Kızıl Bey'den gelir.
Şöyle deyim:
1000 yılını Kameri hesaba vurur isek, karşımıza 1040’lı yılların hemen hemen başlangıcı, 1041 yılı çıkar. İçinde bulunduğumuz yıl, yani 2011 yılı Türkmenlerin Urumiye gölü kıyısında toplanmaları ve Anadolu’ya Hakkari’den giriş yapmalarının kameri milenyum yıl dönümü.
Mükrimin Halil Yinanç, İbn al-Athir ve İbn Arzak'ı kaynak gösterir. Der ki: Bu iki eser birlikte dikkate alınmadıktan sonra düğüm çözülmez. Evet, o bu konuda haklıdır. F.  Sümer, İbn Arzak'ı dikkate almış, İbn al-Athir'i es geçmiş olabilir.  
M. H. Yinanç'ın verdiği bilgilere göre,  Diyarbakır’ın iktası 1045 yılında Tuğrul Bey tarafından Buka’ya, yani Kızılboğa’ya ve Anasıoğlu Tekin liderliğindeki Türkmenlere verilmiş. Aynı yıl Diyarbakır'ın Mervani beyi Nasr kaleyi boşaltıp Silvan’a çekilmiş. Kızılboğa bahsettiğimiz gibi, bir gece Diyarbakır kalesindeyken Araplar'ın baskını ile 1047 yılında şehit düşmüş.
Diyarbakır kalesinin meşhur “Yedi Kardeş Burcu” var. Bu burç, Dicle tarafına değil de Mardin tarafına bakar. Saldırılarda ilk ulaşılacak burçtur. Buhevhoğulları'nın, veya onlara destek için gelen Silvan Mervanileri'nin geldiği yön hesaba katılır ise, gece baskınının bu burca yakın bir kapı veya duvardan gerçekleşmiş olma ihtimali yüksek. Yedi Kardeşler Burcu'nda baskını gerçekleştirenlere karşı çok sıkı bir çarpışma gerçekleşmiş ki,  Yedi Kardeşler Burcu günümüze kadar gelmiş. Şimdi bile o yere Yedi Kardeş Burcu denir. Yedi kardeş orada şehit düştüler veya Anasıoğlu Tekin gibi bir yolunu bulup kurtuldular, her şey olabilir. Yahut da Diyarbakır kalesinde de, Şarkışla’nın güney, güneydoğu ve güneybatı tepelerinde, hatta Elmalı ve Bulhasan köyü çevresinde de yedi kardeşin biri veyahut birkaçı şehit düşmüş, yedi kardeşin diğerleri sağ kalmış bile olabilir ama, burada vurgulanan yedi kardeşin her biri bir çarpışmanın içinde yer almış, boğaz boğaza düşmanla mücadele etmişlerdir.
1071’den önce 1067 yılında Afşin Bey’in, Malatya'dan Şarkışla tarafına Balıklıtohma çayını izleyerek geldiği, sonra Kayseri üzerine yürüyüp bu şehrin kalesini fethettiğine dair bilgileri var. Belgeler açıklar. Bu bey, Anadolu’yu Erzurum’dan Eskişehir’e kadar birkaç defa kat eden meşhur komutandır. 1060’lı yılların başında da Sivas’a doğru da bir Selçuklu akını var. Bunu Taylu Danişment Gazi yapmış, hatta Sivas’ı yerle bir etmiş. Daha sonra, herhalde Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra Erzincan, Sivas, Tokat şehirlerinin ve kalelerinin tamamen Selçuklu sınırlarına dahil edilmiş görüyoruz.
Sivas’ta, bilhassa Şarkışla’da düşmanla, yani Hıristiyanlar ile bundan sonra pek muharebe olmamış. Olmuşsa ancak Babailer isyanından sonra, 1243 yılında Moğollar'la Selçuklular arasında olmuştur. Aşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş Bey’in Kayseri Sivas arasında, yani Şarkışla'da vefatına değinir. Bu normal bir ölüm değildir, öldürülmedir ama, nasıl olmuş bilmiyoruz. Yazımızda belirttiğimiz gibi, Şarkışla’nın birçok köyünde türbe ve yatırlar vardır. Bu türbe ve yatırların bir kısmı 1243 yılından itibaren Moğollar tarafından öldürülen Türkmenler'e aittir.
Yedi kardeşin şehit düştükleri her tepenin birbiriyle arasında birkaç km. bulunur. Bazen bu mesafe 4-5 km.’ye kadar çıkar. Ziyaret Tepesi'nde Cuma akşamları bir ışık göründüğü söylenir. Bu tuhaf bir ışıktır. Eskiden burada bir türbe bulunduğu da söylenir ama, şimdi herhangi bir iz yok. Yalnız yığılmış bir taş yığını vardır, yer mezarı andırır. Aynısı diğer tepelerde de bulunur. Mesela, Arap Dede tepesinde bir türbe vardır. İster Ziyaret tepesine, isterse Arapdede türbesine, hatta Kara Baba türbesine daha çok Türkmenler gelir, onlar yedi kardeşin şehit düşmesini muhayyelelerinde canlandırarak anlatırlar. Kimi hastalığı varsa, kimi evlenmemiş evde kalmışsa, şifa bulmak ya da dilek dilemek için buralara gelir.

b)   Türkmenlerde Çoban Kültürü

Türkmenler, 1041 yılından beri keçi beslerler, koyun beslerler, sığır beslerler. Yani çobanlık, kameri bin milenyum yıl boyunca onların vazgeçilmez mesleklerinden biridir. Zamanla sürüsü çok olan kendi yaymayıp güvenilir başkalarına yaydırmaya başlamış olabilir, olmuştur da… Bu inkar edilemez. Çünkü aileden savaşlara gidenler olmuş, ya da sürülerinin yaylımına tek başına, ya da ailecek güç yetirilemez olmuş… vesaire, çeşitli nedenler… Çobanlar pek dışarıdan tutulmaz, yine tanıdıklardan, aynı obadan, aynı oymaktan, aynı boydan da olabilir.
Eskiden köyümüzde, çevre Türkmen köylerinde bir gelenek vardı. Kasım ayında koç katımı olur, herkes evinde kaç koyunu varsa kendisi yayardı. Belli bir süre yaydıktan sonra tekrar sürüye katıp çobana teslim ederdi. Bundan sonra yüz gün beklenir, bu süre içinde kuzu ana karnında tüylenmeye başlar, köy halkı da ümitle kuzuların doğmasını beklerdi. Çünkü tek geçim kaynakları tarım ve hayvancılık… Kışın odalarda toplanılır, herkes hayal kurardı. İşte bizim yirmi koyun var, on beşi kuzularsa otuz beş olur. Bunun beş tanesi erkek olsa satar, evin ihtiyacını karşılarım gibi hayallerdi düşündükleri. Yüz gün geçip Mart ayı girdiğinde çobanlara yardım amacı ile bulgur, un; buğday, yani yarma, varsa mercimek, fasulye, nohut toplanır, bu iş de nevruz günü yapılırdı.  Böylece çobanların yaylım boyunca yiyeceği sağlanmış olurdu ki, bunun da bir manisi vardır. Bazen kimi çevre ve kimi köy çobanlarının bu toplanan yiyecek maddelerini satıp kazandıkları parayı aralarında paylaştıkları da olur. Yani her yöreye göre bir değişiklik vardır.
Yalnız bu gelenek yılda iki defa düzenlenirmiş. Birincisi Güz mevsiminde, ikincisi Bahar mevsimi girerken. Birincisinde toplanan yiyecekler bir yerde bir araya getirilip, pilav, çorba, etli yemek, tatlılarla donatılmış sofra kurulur, oturulup yenir, kalan çobanlar arasında bölüştürülür; ikincisinde de aynısı yapılırmış.
Bizim köyde de eskiden çobanlar için düzenlenen gelenek  bahsettiğimiz gibiydi ama, Sıyırmalı, Sarıkaya ve Abdurahmanlar'da da benzer gelenekler varmış. Sıyırmalı köyünden Selam diye biri vardı (Ali İhsan Gültekin’in kaynı). O, köy halkını toplar, etraf köylere de haber salar, bunlar Sıyırmalı’da bir araya gelirler. 
"Arkadaşlar Sofularlılar böyle şeyleri sever, gidip oradan da bulgur-un toplayıp çobanlara verelim" diye karar alırlar. Bir de başkan seçerler, başkan yani seyilcibaşı, Selam olur.
Yola düşerler, kalenin dibinden çıkınca köylü bir bakar, çok büyük bir kalabalık geliyor, acayip kılıklar içinde: kimi koyun postuna sarınmış, kimi keçi postuna sarınmış, kimi sırtına hayvan, yani dana derisi geçirmiş, kimi ayı postuna bürünmüş, kimi sırtına kurt postu geçirmiş, kimi başına koç, keçi ya da öküz boynuzları takmış, kimi kurt başını kafasının üstüne koymuş, kimi kafasının kenarlarına geyik boynuzları bağlamış… Kimi çenesine uzun bir sakal takmış... Kafilede kadınlar da var, kimi yüzüne kazan karası sürmüş, Arap bacı olmuş, kimi cadı kılığına girmiş. Mengensofular’da da eskiden böyle kılıktan kılığa girme geleneği varmış ama, kılık kıyafet devriminden sonra herhalde terk etmiş olacaklar. Bir de işin içinde 1960 ihtilali olunca. Çünkü bizim köy Şarkışla’ya, hükümete daha yakındı. Belki bir şikayet vuku bulmuş, Kaymakam ve Jandarma komutanı yasaklamıştır, belki de dindar bir cami hocasının veyahut okul öğretmeninin bu geleneğe karşı çıkması gibi bir başka sebeptendir.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Bu olayın meydana gelmesinden sonra Mengensofular bir daha onmadı. Çünkü bin yıldır, belki de iki-üç bin yıldır süren bir gelenek çiğnenmiş, üstelik geleneği yürütenlere dayak atılmıştı. Olayı dediğimiz gibi dini bütün bir hoca ya da medeniyet havarisi kesilen bir öğretmen de başlatmış; onların sözüyle gençler bir anda galeyana gelmiş olabilir; ancak durum yine de bu kadar geniş bir boyutta olmaz. Demek ki, biz köyde 1960 yılına  kadar bu gelenek en az 25-30 yıldır yapılmamış, yani köylünün yaşlıları, yani aksakalları dışında çoğu bilmemiş olacak.
Kuluncak'ın Sofular beldesinde yayınlanan videoda söz konusu geleneği, canlandıran köylüleri görmüştüm. O videoyu çok aradım ama, bulamadım, daha önce dediğim gibi köyün sayfasından silinmiş. Ben ne kadar kaldırılmış desem de, bu gelenek belki Sofular köyünde halen devam ettirilmektedir; öğrenmek gerek. Oyunun, açık hava halk tiyatrosunun adı "Saya Oyunu".  
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Kanuni zamanında Sokullu Mehmet Paşa’nın askerlerinin Erzincan’a girişindeki görüntü bir tarihçi tarafından şöyle anlatılmış:
Başlarında kurt başı, sırtlarında kurt postu, elleri kurt pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında ayı başı, sırtlarında ayı kürkü, elleri ayı pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzları olan öküz başı, sırtlarında öküz postu, elleri öküz pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzlu koç başı, sırtlarında yünlü koç derisi, elleri koç pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Başlarında geyik başı, sırtlarında geyik derisi, elleri geyik pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Bunların peşinden Yeniçeriler ve Sipahiler… Peki bu, söz konusu resmi geçit bahsettiğim dövülme, kovalama olayındaki gibi değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum? Meydana gelen resmi geçit, XVI. Yüzyıl ortalarında meydana gelmiştir.
Beğdili, ya da Bozkoyunlu Türkmenleri araştırırken F. Sümer bunları XIII. Yüzyıl’a kadar götürüyor, haklarında bilgiler veriyor; bunu yazımızın birinci kısmında gördük.
Ya XII. Yüzyıl, ya XI. Yüzyıl.
Beğdili, yani Bozkoyunlu Türkmenleri XIII. Yüzyıl’da kesin olarak var. Kendilerine Uzunyayla’da üç konak, yani yaylım yer edinmişler, “Birinci oba Devetaş denilen yerde, ikincisi Bozüyük, üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş” dendiği gibi. Şarkışla’nın Uzunyayla Türkmenleri dışında, Kızılırmak tarafına yakın köylerde bile anlatılanlara bakılırsa, Türkmenler 1243 yılında Moğollara karşı koymuşlar. Arap Dede, Kara Baba… bunlardan. Her biri evliya mertebesine çıkarılmış, yatırları, türbeleri de var. Türkmenler bile bunları anlatırlar, mesela Arap Dede, Türkmenlerden.
Demek ki, Türkmenlerin Şarkışla ve Uzunyayla’ya gelmeleri ve konar göçer de olsa, yerleşmeleri XIII. Yüzyıl’dan önce.
XII. Yüzyıl Haçlı Seferleri’nin büyük bir hızla devam ettiği bir dönem. Türkmen beylerinden Selahattin Eyyubi bu dönemde yaşamış. İkinci Kılıçarslan’lar bile bu dönemde. Selçuklu hükümdarları, Zengi ve Eyyubi hükümdarları Haçlılara karşı eli silah tutan Türkmen gençlerini istihdam etmişler. Hatta Anuş Tekin'in oğlu Kutbettin Muhammet tarafından Harzemşahlar Devleti, Maveraünnehir ve Horasan'daki Beğdililer tarafından tam bağımsız olarak kurulmuş. Dönem sanki bir kıyameti, ya da mahşeri andırır halde. Böyle bir zamanda savaşlardan başka bir şey konuşulmaz ve yazılmaz.
Ya XI. Yüzyıl?...
Demek ki bu yerleşimi de, 1041 yılında Urmiye gölü kıyısında toplanıp Hakkari’den Anadolu topraklarına adım atan 4 bin çadır gönüllü Türkmenin  belki 100-200, belki de 1000-2000 çadırlık kısmı gerçekleştirmiş. Ancak söz konusu yerleşme 1060 yıllarından önce olamaz. Elmalı köylülerinin Yedi kardeş ve Ziyaret tepesiyle ilgili bilgi verirlerken dedikleri gibi, bu Türkmenler Bizanslılarla savaşmak için Horasan'dan kalkıp gelmişler.
Kurt, çoban kültüründe çok önemli bir yer tutar. Besicilikle uğraşan köylüler, daha doğrusu çobanlar kurdu sanki bir totem kabul ederler. Bu putçuluk demek değildir. Hayvanlarına zarar gelmemesi içindir. Atalar, “Mal canın yongası” demiş; bunu boşuna dememişler. “Kurt ağzı bağlamak” ne demektir, ben 15-16 yaşlarındayken, söz konusu bağlamanın Şarkışla’da yapıldığını biliyordum. Gerçekten de kurt ağzı bağlandıktan sonra kaybolan koyun veya kuzu, veyahut sığır sapasağlam bulunurmuş. Ben bunu çok kimseden duydum. Biri bile çıkıp da, “Yok böyle bir şey” demedi.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terk edilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Yazımızın ilk kısmında bir tepe üstünde bir bozkurdun dolunaylı bir gecede uluduğundan, o yerin konulacak yer olarak seçildiğinden, beyin adının da Kurt Bey olduğundan söz etmiştik. Yine bu isim de çoban kültürüyle ilgili. Ona ister Kurt Fakı denilsin, ister Kurt Karaca denilsin, fark etmez; Kurt Bey'dir. İsterse öldü sanılıp da hayata dönen oğluna ömrü çağrıştırsın diye Ömer ismi verilsin, isterse yine Kurt Karaca denilsin,ondan Kırşehir Türkmenleri'nde kara yağız, kıllı diye bahsedilsin, bundan olayı da Kara Ömer ismi verilsin; fark etmez.

BEŞİNCİ KISIM

Laf lafı açar derler. Bizimki de yazı yazıyı açar oldu. Bu yazı serisini önceki kısımda bitirecektim. Ancak elime güzel bilgiler geçti. Musa Türkoğlu bana gönderdiği mesajda, “kesin olmamakla beraber, şimdiki Elmalı köyü, XV. Yüzyıl’da Antakya’da geldiği rivayet olunan dedemiz, ceddimiz Kızıl Ali tarafından kurulmuştur. Yani bu köyün asıl kurucusu odur” demiş. Ben de ona cevap olarak yazdım ki:
“Musa kardeşim; Muhsin'le, Karababa ve sizin Elmalılı Kızıllar sülalesi ile ilgili bilgileri bana veren sensin. Yoksa ben bunları nereden bileyim, çünkü Elmalılı değilim. Gönderdiğin yazı çok uzundu. Araştırmacı konuya uygun olarak, o yazıyı süzgeçten süzer ve yazının insicamını bozmadan kor. Gönderdiğin yazıyı tamamen koysaydım; okuyucular "Bu da nereden çıktı böyle" derler, böylece benim yazarlık vasfım kalmazdı. Yalnız verdiğin bilgiler içinde yazında şu kısım dikkate değer:
Kesin olmamakla birlik de, XV. yüzyıl'da Antakya'dan Elmalı'ya geldiği rivayet olan dedemiz Kızıl Ali
Bir de şu kısım önemli: 
Türkmenler Antakya'da da olsalar XV. Yüzyıl'da yerleşik değillerdi. Halep Türkmenleri Antakya civarına XVII. yüzyıl'ın son çeyreğinde yerleştirilmeye başlamışlardır. Demek ki XVII. Yüzyıl son çeyreğinde Kızıl Ali Bey'in oğullarından veya kardeşlerinden, nesillerinden bir kısmı Antakya'da kalmış, Kızıl Ali Bey de, XV. Yüzyıl.'da, veya daha önce, veya daha sonra, Elmalı'ya gelmiş olabilir. Ben ona önceki kısımdaki yazıda Kızıl Bey dedim.”
Dediğim gibi, Musa Türkoğlu’nun yazısı uzundu. Yine de bir kısmının yazımın konusu bakımından önemli olduğunu gördüm ve dörtte bir kısmı olsa da bunu belirtmek kanaatine vardım. 
Ona göre:
Kızıl Ali'den önce Elmalı'da yerleşik düzen vardı. Bu yerleşik düzende yaşayanlar Türk ve Türkmen değillerdi. Onlar, yani yerleşikler hem Mergesen'de hem de Elmalı'nın olduğu yerde, yani Toprakkale şimdiki adıyla Gavurkalesi’nin eteklerinde yaşamaktaydılar. Bizim dolayı dediğimiz tarladan, yontulmuş ağdaşları, yani o devreye ait temel taşları çıkardı. Kızıl AliHatay'dan, yani Antakya'da yerleşik düzende yaşayan Halep Türkmenleri'ndendi.
Yine Musa Türkoğlu’na göre:
Hep geçmişlerimize rahmet olsun. Musa Kazım Sakarya, Süleyman Hoca, Ali Rıza Türkoğlu’ndan duyduğumuz kadarı ile, Kızıl Ali’nin Antakya’daki evlerinin bitişiğinde büyük bir kaya ve büyük bir çınar ağacı varmış. Bu semti Sebahattin Türkoğlu ve Av. Mehmet Sakarya gezmişler. Hatta Sebahattin oradaki Hatipoğulları'nı bularak görüşmüş  ve oradaki Hatipoğulları, “Evet, ora bizim ecdadımızın yeriydi, yeni nesil oradan taşındı, Asi nehrinin kenarına taşındık. Oraya da Fellahlar ve Çingenler yerleşti” demişler.
Bir araştırmada anahtar kelimeler vardır. Önemli olan bunları bulmak. Anahtar kelime söz konusu bilgide Kızıl, yerleşik, Türk, Türkmen, Halep...
"Kızıl Ali'den önce Elmalı'da yerleşik düzen vardı. Bu yerleşik düzende yaşayanlar Türk ve Türkmen değillerdi.” Bu cümle de çok önemli,
Baştan itibaren şimdiye kadar anlattıklarımızda, bilhassa 4. Kısım’da XIII. Yüzyıl’da Moğollar’ın saldırışından bahsediliyor. O sırada Türkmenler bu saldırılara karşı koyuyor. Şarkışla ve çevresi köyler sırf Elmalı’dan ibaret değil. Bulhasan köyünde de Kara Baba anlatılır, başka köylerde de, Elmalı köyünde de. Keza Arap Dede de. Bunlar XIII. Yüzyıl’a, daha doğrusu kesin ifadeyle 1243 yılına ait. Çünkü Selçuklulara karşı Kösedağı zaferlerinden gelen Moğol ordusu aynı yıl Şarkışla’dan geçip Kayseri’yi yerle bir etmiş.
Hatta Şarkışla Elmalı köyü sitesinde de, “Türkmenler buraya Horasan’dan Bizanslılar ile savaşmak için gelmişler” sözü var. Bu da konumuz için önemli cümlelerden biri.
Gorcistan (Garcistan)’dan gelen Bulhasan köylüleri XVIII. Yüzyıl’da yerleşik düzene geçtiklerini söylüyorlar. Bu doğrudur. Çünkü Şarkışla’nın çoğu yöresinde yerleşik düzene ancak XVII. Yüzyılların son çeyreği ve XVIII. Yüzyılın ilk yarısında geçilmiş. Ancak bu yerleşik düzene geçen köyler dağ köyleridir, ova köyleri değil.
Elmalı, Maksutlu, Cemel, Osmanpınarı, Kayapınar, Sağır, Döllük, Mergesen gibi köyler ovanın dağla bitişik yerlerinde kurulmuş, sırtlarını ya tepeye ya da dağa vermişlerdir. Merkezüyük, Yapaltın (Gümüştepe), Kayapınar, Çayşığın (Çayırşeyhi), Kızılcakışla köyleriyse ova köyleridir. Bu köylerde yaşayan Rum nüfusu veya Ermeniler, yani Türk ya da Türkmen olmayanlar, aslında Ermeniler de yerli değil, çünkü bunlar da Türkmenlerin 1060’lı yıllarda Uzunyayla’ya, yani Şarkışla’ya gelmeleriyle aynı zaman da gelmiş, daha doğrusu Türkmenler Bizanslılar tarafından, Vaspuragan’dan, yani günümüz Ermenistan’ından Anadolu içlerine göç ettirilen ve muhtelif ovalarda yerleştirilen Ermenileri takip etmiş, onların bir kısmını yolda katletmişler, Ermeniler ovaya ya da ovaya yakın köylere yerleşirken, Türkmenler onlara kimi zaman baskın yapıp mal ve erzaklarını almak için yüksek tepelere ve vadilere yerleşmişlerdir. Musa Türkoğlu, bunu şu şekilde izah etmiş:
Türkmenlerin  Kızıl boyundan olan dedemiz Kızıl Ali, bilinmeyen bir nedenle Hatay’dan (Antakya'dan) ayrılarak (bazıları cinayet diyor) Tuzla köyünün yakınında Yüzbaşıoğlu’nun ağılı derler oraya  yerleşiyor. Tabi ki Türkmenler (o sırada) hayvancılık bilhassa davarla meşgul. Elmalı’nın olduğu yerlerde yaşayan Ermeniler göçtükten sonra Elmalı köyü de dahil olmak üzere, ta ki Hardal köyüne kadar yerleşmeler başlıyor. Peki, Ermeniler nereye göçüyor? Tabi ki ovada bulunan köylere

        a)   Kızıl Oğuzlar

Kızıl Ali’nin Antakya’dan Hatay’a gelmesi, Musa Türkoğlu’nun kesin olarak değil demesine rağmen, XV. Yüzyıl’da olabilir, bundan önce veya sonraki yüzyıllardan biri de olabilir. Önemli olan yüzyıl değil, yerleşim durumu, konum durumu. Ancak daha önce dediğimiz gibi  XVIII. Yüzyıl olması akla daha yakın. Hele ki şu söz: Tabi ki Türkmenler (o sırada) hayvancılık bilhassa davarla meşgul…
Sosyolojik veyahut Sosyolojik tarihi araştırma detaylara pek bakmaz. Oradan kendisini ilgilendiren ifadeleri alır. Bunu iyi bilmek ve kavramak lazım. Yüksek lisans ya da doktora yapmayanlar söz konusu durumu pek anlamaz. Mesela, Kızıl Ali ismi de önemli değil. Önemli olan Kızıl ismi. Çünkü bu ismin Oğuzlarda, yani Türkmenlerde büyük önemi var. Kızıl Ali, Kızıl Bey’in adının Azizüzüddevle bin Yahya, Taylu Danişment Gazi’nin adının Taylu bin Ali bin Yahya olmasından bile gelebilir. Yani her iki mahalde de Kızıl Bey’e işaret edilmektedir.
H. Cem Kanıbir’e göre:
Atatürk'ün baba soyu, Konya/Karaman'dan gelerek Manastır ilinin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göçtü. Atatürk’ün büyük babası Ahmet ve onun kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl-Oğuz", öbür adıyla da "Kocacık Yörükleri Türkmenleri"nden gelmektedir.”
Gördüğümüz gibi, Mustafa Kemal’in dedesinin ismi Kızıl Hafız Ahmet’tir. Ama Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Kızıl Hafız Ahmet’in geldiği sülaleye Kızıl Oğuzlar derler. Bunlar ne zaman göçmüşlerse, Karaman’ın Kocacık nahiyesinden Rumeli’ye, Selanik ve Manastır taraflarına göçmüşler. Onlara Kızıl-Oğuz (öbür adıyla Kocacık Yörükleri) Türkmenleri de denir. 
Selanik tarafına Selçuklu Türkmenlerinin geçişini incelediğimizde, bu geçişlerin biri XI. Yüzyıl son çeyreğinde, Çavuldur Çaka Bey zamanında, diğeri de XIII. Yüzyıl ilk yarısında, İkinci İzzettin Keykavus zamanında vuku bulmuştur. İkinci İzzettin Keykavus zamanındaki Selçuklu Türkmenleri'nin geçişini ben şahsen “Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin” adlı araştırmamda incelemiş, birer birer bu kitabımda belirtmiştim.
XIII. Yüzyıl’da meydana gelen bir durum, detayları yok değil, şecereyle XIX. Yüzyıl’ın başlarına ancak bu kadar gelebiliyor.
Yrd. Doç. Dr. Ali Güler’e göre:
Hüseyin ŞekeroğluKızıl Oğuz Türkmenleri’ni Kızılkocalılar olarak ifade ediyor, Kocacık Yörükleri’yle Türkmenleri da aynı grup içerisinde alıyor. 1040-1041 yılllarında Hazar Denizi’nin güneyinde ve güneybatı bölgelerinde, bilhassa Tahran, Kazvin, Reşt, Zencan ve Tebriz civarlarında yaşayan Kızıl Özen veya Kızıl Ören ırmağı  denilen sulak arazilerde de barınan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Yabgu’ya oğlu Kızıl Bey’e mensup oymaklar oldukları için bu Türkmenlere Kızıl Oğuz Türkleri adı verilmiştir.
Ancak Ali Güler, Kızıl Bey’den, Arslan Yabgu’dan, Oğuzoğlu Mansur’dan bahsederken hoş olmayan ya da farklı ifadeler de kullanmış. Mesela Arslan Şah, Gızoğlu, Mansur derken, Oğuzoğlu Mansur’u Gızoğlu ve Mansur diye ayırmış. Arslan Yabgu’ya Arslan Şah demiş. Bu yabguya Arslan Şah denildiği vaki değil. Faruk Sümer, Kızıl Oğuz Türkmenleri’nden bahsederken onlara Yabgulu Türkmenleri diyor. Yabgulu adı da Arslan Yabgu’dan geliyor. Türkmenler bir süre bu adla anılmışlar, daha doğrusu Kızıl Bey, ya da Kızılboğa’ya kadar. Sonra da bu adla anılan Türkmenler var. 
Yine aynı yazar, Kızıl Bey için Sultan Mesut’un hizmetine girdi demiş. Bir yerde beş beyden bahsederken, araya Dana ismini bile sokuşturmuş. Aslında bu isim var. Mükrimin Halil Yinanç, beş Türkmen beyinden bahsederken onun adını da zikreder. Bu isim Dana değil, Daana. Daana ise isim değil sıfat, yani alim ya da çok bilgili demek. Kendi tespitime göre, söz konusu lakap  Yağmur Bey’in oğlu Bögi Alp için kullanılmış. Kızıl Bey için söylenen bir bakıma doğru olabilir. Çünkü Faruk Sümer’in Oğuzlar-Türkmenler adlı kitabında Beyhaki’yi kaynak göstererek belirttiğine göre o devirde, yani 1034 yılında Anuş Tigin ve Bey Tigin denen birileri var. Anuş Tigin, öldürülen Bey Tigin'in yerine vali tayin edilmiş. İşte Harezm’e vali tayin edilen bu Kızıl Bey, söz konusu, Harzemşahlar'ın kurucusu Kutbettin Muhammet’in babası Anuş Tigin değil, önceki, yani 1034 yılındaki  Anuş Tigin olabilir.
Mükrimin Halil Yinanç, beş Türkmen beyine bağlı olan eli silah tutan, ya da savaşacak durumda olanların sayısını verirken on bin Türkmen demiş. Ali Güler, “Abiverd’e yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl Beyler bulunuyordu” der. Faruk Sümer de bu bilgiyi verir. 4000 çadır 5 bin ila 8 bin arası savaşçı çıkarır. Nüfus sayısı 20 bin ila 30 bin arasıdır.
Beyhaki, XI. Yüzyıl’ın ilk yarısında yaşamış. En-Nesevi, XII. Yüzyıl’ın sonları ve XIII. Yüzyıl’ın başlarında yaşamış. En-Nesevi, Melikşah’ın valilerinden Anuş Tigin’den bahsederken Bilge Bey’den de bahsediyor. Aynısını XI. Yüzyıl ortalarında yaşayan Beyhaki de Bey Tigin diyerek, öldürülen bir valiyi belirtiyor. Peki, bu ifadeler ne anlama geliyor? Anuş adı valilikle birlikte verilen bir unvan olabilir mi? Şöyle diyebiliriz: 
Kızıl Bey, Sultan Mesut tarafından vali tayin edilince ona Anuş unvanı verilmiş ve Anuş Tekin denmiştir. Oğuz Türkmenleri Anuş Tigin'le yaptıkları savaşı kaybedip çöle çekilmişler. Öyleyse bu Anuş Tigin çok savaşçı biri ya da kumanda yeteneği yüksek... Anuş Tigin, olsa olsa ancak Kızıl Bey gibi savaşçı ve kumanda yeteneği yüksek biri olabilir.
Ali Güler diyor ki:
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in kız kardeşi ile evlendiğini bildiğimiz ve devletin kuruluşunda Selçuklulara büyük destek veren Kızıl Bey, takriben devletin kuruluşundan sonra 1040 veya 1041’de ölmüş, Rey şehri civarında gömülmüştür. Tuğrul Bey’e bağlı olan bu Kızıl Oğuz Türkmenleri, başlarında Mansur, Gök-Taş, Buka Beyler olduğu halde Anadolu’ya yapılan akınlarda aktif olarak rol aldılar. Sultan Alp Arslan ve Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Saadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ve Zaferi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas illerine doğru akınlara başlayarak Sivas ve Tokat arasındaki Kelkit Vadisi’ni ele geçirdiler.”
Bu ifadelerden anladığımız, Beğdili Türkmenleri’nin diğer adı Kızıl Oğuz Türkmenleri'dir. “Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Saadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar” denmesinden de, Saadettin Bey’in asıl adının Gümüştekin Bilge Bey olduğunu anlıyoruz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bunlara diğer ad olarak Yabgulu Türkmenleri bile denir.
İkinci Anuş Tigin, yani Beğdililerin beyi anlatılanlara bakılırsa Sultan Alparslan devrinde bile var ve önemli bir mevkide. Böylelikle 1062 yılından itibaren meydana gelen boşluk da böylece dolmuş oluyor.
Yazımızın geçen yayınlanan kısmında belirttiğimiz gibi, Kızıl Oğuz Türkmenleri’nin bir kısmı (100-200 çadır veyahut 1000-2000 çadır) Uzunyayla’ya gelmiş veyahut Halep’e gitmiş, diğerlerinin bir kısmı Diyarbakır ve çevresinde kalmış, büyük bir kısmı da Horasan veyahut Maveraünnehir civarlarına çekilmiş olabilir.  Çünkü söz konusu Türkmen aşiretlerinin ancak büyük bir kısmı bir devlet kurabilir ki, bu devlet de Harzemşahlar.

b)   Kızıl Oğuzlar Devleti

 “Hatay Türkmen Aşiretleri ve Bu Aşiretlerin İskanı (18. ve 19. Yüzyıllar)” adlı Yükseklisans tezinde Atilla Canbolat, “XI.-XIII. Yüzyıllar arasında Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya büyük kitleler halinde göç eden Türklerin önemli bir kısmını Oğuz  veya Türkmen adıyla bilinen konar-göçerler teşkil ediyordu” demiş.
Yine bir kaynağa göre, 14. ve 15. yüzyıllara gelindiğinde Antakya bölgesinde yaşamakta olan Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar gelmekteydi. Avşarlardan olan Gündüzoğulları Amik ovasında, Özeroğulları ise İskenderun ve çevresinde yaşamaktaydılar. Özeroğulları Antakya’yı ele geçirdikten kısa bir süre sonra şehri Gündüzoğulları'na terk ederek geri çekildiler.
Gündüzoğulları’nın merkezi, Gündüzlü adıyla anılan ve Darbısak kalesinin kuzeydoğusuna rastlayan sulak ve yeşil bölgeydi. Ancak Gündüzoğulları’nın hakimiyeti de çok uzun sürmedi. Bu Türkmen boylarının bölgeden çekilmesiyle, bölge üzerinde Osmanlı-Memluk hakimiyet mücadelesi başladı.
Anadolu Selçuklu hükümdarı Süleyman Şah, Antakya’yı 1084’te ele geçirdi. Antakya halkının çoğunluğu Hıristiyan olduğu için, bu Hıristiyanlar Müslüman Türklerin şehri almaları karşısında son derece endişe ve korkuya kapılarak, iç kaleye sığınmışlardır. Oysa Süleyman Şah kimseye kötülük yapmak niyetinde değildi. Bu niyetini askerlerine çıkarttığı bir emirname ile açıkça ortaya koymuştur. Söz konusu emirnamede, “Hıristiyan halka iyi davranılması, evlerine girilmemesi, kızlarıyla nikâhla da olsa evlenilmemesi” şeklinde ifadelere yer verilmişti.
Ancak, Süleyman Şah’ın Antakya’daki hakimiyeti fazla uzun sürmedi. Süleyman Şah, 1086’da Filistin Selçuklu hükümdarı  Sultan Tutuş ile Halep civarındaki savaşta yenilerek öldü. Aynı yıl, Sultan Melikşah Antakya’ya gelerek bu bölgeye bir vali tayin etti. 1097 yılına gelindiğinde, Suriye Selçukluları'nın karışıklığından yararlanan Haçlı orduları İskenderun’u ve daha sonra 1098’de Antakya’yı ele geçirdiler. Antakya bu sefer 170 yıl Haçlıların hakimiyetinde kaldı. Hristiyanlığın merkezi haline gelen Antakya, Kudüs Krallığı'na bağlı bir dukalık şeklinde yönetildi.
Uzun bir süre Haçlı hakimiyetinde kalan Antakya, 1268’de Mısır Memluk sultanı Baybars tarafından ele geçirildi.
Antakya, XV. Yüzyıl’da Memlük Türkleri'nin hakimiyetindedir. Osmanlılar burayı Yavuz Sultan Selim zamanında ele geçireceklerdi.
Ali Güler göre:
Kızıl Oğuzlar, Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas illerine hakim olarak, Kelkit Vadisi’ni ele geçirmişler. Anadolu Selçukluları’nın son yılları ve son Anadolu Beylikleri döneminde Ankara’ya hakim olan Kızıl Bey de Kızıl Oğuz Türkmenlerindendi. Selçuklu Devleti’nin iskan politikası çerçevesinde Amasya, Tokat, Ankara, Konya, Karaman, Isparta, Balıkesir, Aydın, Bolu, Kastamonu ve Sinop illerine yerleştirilen bu Türkmenler; 1410 yılında Reşadiye ve Mesudiye arasındaki “Kızıl Özenliler Yurdu” olarak anılan bölgede Kızıl Ahmetliler isimli bir beylik kurdular. Beyliğe adını veren de Kızıloğlu Ahmet Bey ve kardeşleriydi. Bunlar Amasya, Sivas, Tokat, Çorum, Samsun, Ordu, Giresun ile Şebinkarahisar’ı ele geçirip Kızılırmak ve Yeşilırmak bölgesine de hakim oldular. 1424 yılında İkinci Murat’ın emriyle Amasya valisi Yörgüç Paşa, Kızıloğlu Ahmet Bey ve ileri gelenlerini Amasya kalesine davet ederek, hepsini ortadan kaldırdı. Kızıl Oğuz Türkmenleri bundan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmışlardır.
Kızıloğlu Ahmet bey, Akkoyunlu Devleti’nin kurucularından Fahrettin Kutlu Bey’in oğlu, Kara Yülük Osman’ın kardeşi Ahmet Bey midir? Çünkü o devirde, İç-Anadolu’da ancak bu devlet var. Kara Yülük Osman, 1398 yılında Kadı Burhanettin’i öldürdüğünde, kardeşi Ahmet Bey’in emrinde bir ordu kumandanı. Devletin başına geçme tarihi de 1410 yılına müteakip. Türkmenler Akkoyunlu demez, Bozkoyunlu derler. Bunu yazımızın önceki kısımlarında bir iki defa belirtmiştik.
Görüyoruz ki, Kızıl Oğuz Türkmenleri, ya da Kızıl Oğuzlar isimlerinin başında muhakkak Kızıl adını kullanıyorlar. Bu soydan gelen bir gelenek. Kızıl Ali Bey de söz konusu geleneğe göre Kızıl adını kullanmış.
Kızıl Ali Bey, eğer ki adam öldürüp Elmalı taraflarına gelmişse, bu normaldir. O, Uzunyayla’da barınamazdı. Çünkü Uzunyayla’ya yaylak için gelen Halep Türkmenleri'nden onu tanıyanlar olur, Memlük sultanlığına haber verebilirlerdi. Bu nedenle Kızıl Ali Bey ve ailesi Şarkışla’nın güneyi ve güneydoğusuna düşen Uzunyayla’ya değil de, bu yerin kuzeydoğu taraflarına, Elmalı’yla Maksutlu, Tuzla köyü arasına yerleşti. Halep Türkmenleri yaylak zamanlarında ovaya, ya da ovaya yakın kısımlara pek inmezler, daha doğrusu, Sarıçiçek, Mengensofular, Kışla ve Delilyas hattının kuzeyine doğru pek ilerlemezlerdi.
Vikipidi’de Elmalı köyü hakkında, Kızıl Oğuzlar ve Atatürk’ün sülalesiyle ilgili bilgilere hemen hemen veriler. Yalnız bu sitede, “Kızıl aşireti Moğol İstilası ile göç etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine katılmıştır” denmesi yanlıştır. Çünkü bu husustaki ilmi araştırmalar Kızıl Oğuz göçünün XIII. Yüzyıl’da değil, XI. Yüzyıl’da vuku bulduğunu belirtiyor. Bu bütün ilmi kariyer sahibi araştırmacılar tarafından da kabul edilmiştir. Kimse söz konusu durumun dışına çıkamaz. Zaten Musa Türkoğlu, Vikipidi’deki söz konusu yanlışa temas etmiş, bana gönderdiği mesajında, Elmalılı olmayan ve de Elmalı tarihini bilmeyenler Elmalı hakkında yazılar yazıyorlar,  kendilerince uyduruk şeyler yazıp bu da Elmalı'nın kuruluşu diyorlar, demiş.
Yine Musa Türkoğlu şöyle diyor:
Ben bu bilgilere yazılı bir belge olarak ulaşmadım. Hatta bizim köyde o kadar okumuş alim kişiler olmasına rağmen, bir not bile düşmemişler. Yukarıda belirttiğim gibi kulakla duyma ama, aklı yetenler bilir. Bu kaynak olarak gösterdiğim kişiler tarihi şahsiyetlerdi. Onun sözüne bakılır ise, bana bir teşekkür borcu var. İlk olarak bu bilgileri yazıya döken benim.