13 Kasım 2016 Pazar
AK PARTİ
BİR
ŞİİR VE CEZASI
Yazan: Fahrettin Öztoprak
Günlerden 6 Aralık 1997. O gün Recep Tayyip
Erdoğan için bir kırılma noktasıydı. Her şey irade dışında gelmişti. Gerçi
Refah Partisi İl Başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Başkanlığı gibi görevlerde bulunup,
kendine kitlesel bir sağlasa da, başbakanlığa doğru giden yoldaki kilometre
taşlarında daha çok eksik vardı. İşte o gün Recep Tayip Erdoğan, Siirt’te halka
hitap ederken, konuşma içinde Türk milliyetçilik hareketinin öncü isimlerinden
Ziya Gökalp’ten bir şiir okudu: “Minareler
süngü, Kubbeler miğfer, Camiler kışlamız, Müminler asker” dedi. Ne olduysa
işte o günden sonra oldu. Derler ya, hayırda şer, şerde hayır vardır diye.
Aynen öyle oldu. Onu okuduğu şiir nedeniyle TCK’nın o günkü 312. Maddesinden
yargıladılar. İsnat edilen suç ise çok garipti. O, bu şiiri okumakla halkın dil
ve din farklılığını gözetmiş, toplumu açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmişti.
Cezası kesinleşince Recep Tayyip Erdoğan’ı Pınarhisar Cezaevi’ne koydular. O
burada 4 ay kadar yattı. 4 ay boyunca düşündü ve siyasi projesini geliştirdi.
Refah Partisi Hükümeti çoktan düşmüş, Anayasa Mahkemesi de 16 Ocak 1998’de RP
için kapatma kararı vermişti. Bu kapatma kararı beklenen bir durumdu. Sürpriz
olan ise, testinin çatlak haliydi. Her yerden su sızdırmaya başlamıştı. Bununla
bir adım daha gidilemezdi. Kapatma kararını kınayanlar olduğu gibi, Refah
Partisini sorgulayanlar oldu. Çünkü RP, hükümetteyken yanlış üstüne yanlış
yapmıştı. Bu yanlışları sorgulayanlardan biri de Recep Tayyip Erdoğan’dı. O,
geleceğe daha farklı bir perspektif ve çerçeveden bakmak istiyordu. Aynı gün
Aski Spor Tesisleri’nde bir toplantı yapıldı. Burada Erbakan’a ilk muhalif
cephe meydana geldi. O gün Recep Tayyip Erdoğan ismi telaffuz edilmeye
başlandı. Kapatılan RP yerine Fazilet Partisi (FP) kuruldu. Bu partinin başına
İsmail Alptekin ve Recai Kutan gibi emanetçiler getirildi. Çünkü Erbakan’ı
dizginlemek mümkün değildi. O geri planda kalıp emir ve direktifleriyle partiyi
idare etmek istiyordu. Onun bu emir ve direktiflerine karşı gelenler ya da
itiraz edenler, yeni bir yol arayanlar haindi. Anayasa Mahkemesi 16 Aralık
2000’de FP’yi kapatacaktı. Erbakan tarafından hain damgasını yiyenler o gün
farklı bir çatı altında toplanacaktılar. Onlar için bu bulunmaz bir fırsattı.[1]
Recep Tayyip Erdoğan’ı cezalandırsalar da, onun
okuduğu şiirde Siyasi İslamcılık değil, buram buram Türkçülük kokuyordu.
Devleti yönetenler bundan habersizdiler. Türkçülük
birilerinin zannettiğinin aksine, İslam’ı dışlamaz, hatta ona sahip çıkar. Bunu
Hüseyin Nihal Atsız bir değil, yazılarında birçok defa ifade etmişti. Mesela, “Hiç şüphe yoktur ki Türklerin dini
Müslümanlıktır”[2], “...İngiliz
ve Fransızların 316 topuna biz 93 topla karşı koyduk. Akşama kadar süren bu
çetin çarpışmada vaziyet bizim için oldukça buhranlı oldu. Umumi seferberlik
dolayısıyla orduya gelen en ihtiyar efrat bile hiç olmazsa su taşımak
suretiyle vazifelerini yaptılar ve bazıları Ezan okuyarak maneviyatı takviye
ettiler...“[3], Mehmet Akif’in “İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en
kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü
İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerin milli mefkuresiydi. On
dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Araplar, ne
Acemler, ne de Hintliler İslamcılık mefkuresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı
şairi olan Akif’te milli mefkure kemaline ermiş”ti.[4] ve “Türk
Müslümanlığı haline gelen bu din on yüzyıldan beri bizim milli dinimiz olmuştur”[5] gibi yazılarında sözler sarf etmiştir. O
söylediklerine harfi harfine riayet eden biriydi. Atsız’ın tek hatası Türk
milliyetçiliğini ırkçılık derecesine kadar indirgemek istemesiydi. O zamanının bilgi
verilerine göre şartlanmıştı. Tarihçiydi ama, resmi tarihten başka bir tarihi
düşünemiyordu. Oysa toplumların da tarihi vardı. Bu toplumlardan biri de Oğuz
toplumlarıydı. Devlet onun için her şeydi. Ancak devleti kuran milletti,
devleti yıkan da milletti. O Hitler döneminde yetişmiş ve şekillenmişti.
Nazilerden de çok şey kapmıştı, mesela Yahudi düşmanlığını. Atsız Hitler’in
katlettiği 6 milyona yakın Yahudi’nin Türk asıllı, Macar ve Hazar Türklerinden
olduğunu da bilmiyordu. Oysa o bir tarihçiydi. Hazar Kağanlığının Yahudi bir
devlet olduğunu nasıl bilmezdi. Tarihçi tarihi olduğu gibi kabul eder,
yorumlamaz. Tarih savaşların, zaferlerin, hükümdarların tarihi olduğu gibi,
sulh zamanında yaşantıların, mağlubiyetlerin ve halkların da tarihidir. Tarih
Oğuz boylarında olduğu gibi aşiretlerin ve beyliklerin de tarihidir. Tarih
darbeyi, zulmü ve katliamları alkışlamaktan ibaret değildir.
[1] Şamil
Tayyar, Operasyon Ergenekon Gizli Belgelerde Karanlık İlişkiler), Timaş
Yayınları, İstanbul 2008, s. 8-9
[2] Atsız,
Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 104
[3] Atsız,
Çanakkale’ye Yürüyüş ve Türklüğe Karşı Haçlı Seferi, İstanbul 1992, s. 50-51
[4] Atsız,
Makaleler II, Mehmet Akif, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 51-52
[5] Atsız,,
Türkçülüğün Önemli Meseleleri, Orkun Dergisi, 68. Sayı, 18 Ocak 1952
11 Mayıs 2013 Cumartesi
KIZIL OĞUZLAR: UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ
KIZIL OĞUZLAR: UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ: Yazan : Fahrettin ÖZTOPRAK Biri çıkıyor, Vikipidi'de köyümüze ...
UZUNYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ
Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK
Biri çıkıyor,
Vikipidi'de köyümüze dair bilgi vermek istiyor ve yazıyor. Onun yazdığına
baktım, gerçekten de üzüldüm. Adam kalkmış Mengensofular köyünün 93 Harbi'nde
kurulduğunu söylüyor. 93 Harbi dediğin ne ki, 1877-1878 yılları. Oysa Şarkışla
nüfus kütüğünde dedemin dedesi Karaömeroğullarından Hacı Mehmet'in 1850'lerde,
Mengensofular köyünde yaşadığı belirtilmiş. Aynısı köyümüzden Bazoğulları veya
Kurtfakıoğulları denen Koçlar ailesinde de var. Onların bile kayıtları 1850'ye
kadar varıyor. 1850-1860'lardan önce nüfus sayımı yapılmamış mı? Yapılmış
olabilir, hatta 1844 nüfusu sayımı gibi defterlere işlenmiş de olabilir ama, o
1850 yılından önceki kayıtlar herhangi bir nedenle yok olmuş... Tahrir
defterlerinde, Kadı sicillerinde, Mühimme defterlerinde ya da Ahkam defterlerin
herhangi birinde söz konusu kayıtlarda adı geçen kişilere, onlardan birinin
davasına ya da davalılığına, vergi kaydına, arazi işlemine rastlanabilir,
bunlar mümkündür. Ancak durum dediğim gibidir. Böyle olmasına rağmen,
Abdullah Arslan'ın bildirdiğine göre, Sivas defterdarlığında önceki kayıtlar
varmış. Demek ki bu kayıtların ilçe merkezi kurulduğunda Şarkışla'ya bir
nüshasının gönderilmesi de mümkün.
Uzunyayla'ya 93
Harbi'nde yerleşenler var. Bunlar Kafkasya'dan Rus zulmü nedeniyle göçüp gelen
Çerkezler, Abazalar...
Karacaören, Çerkez
köyüdür. Demirboğa, Abaza köyüdür. Hepsi de Kafkasyalı olduğu halde bu köylerin yarısı kendini soyca Türk kabul eder. Şimdi kalkıp münasebetsiz birisi nereden biliyorsun der. Adı geçen köylerden çok tanıdığım ve samimi arkadaşlarım var da ondan. Mesala, Karacaören'de Mit'ler, Demirboğa'dan Ünal'lar... Daha birçok köy. Mesele Kazancık. Burada da
Çerkezler var. Şarkışla'nın kuzeyinde, Kızılırmak yakınında Bozkurt isimli
Çeçen köyü de var. Onlar da Kafkasya'dan gelmişler, kendini Türk kabul edenler çok. O köydeki Canbek ailesini
yakından tanırım. Uzunyayla'da, Dökmetaş'la Demirboğa arasında Karslılar olarak adlandırılan Başören köyü de var. Kışla, Kötüköy de denen Oluktaş, Ebesili de denen Samankaya, Tonus, Uçuk, Sarıçiçek, Yeniköy, Konalga, Bağlama gibi daha birçok Türkmen köyü... Kapaklıpınar ve Yassıpınar Avşar'dır. Bilinen önemli aile Kevioğulları.
Vikipidi'de
Mengensofular hakkında bilgi veren arkadaş herhalde Çerkezlerin yerleşimiyle
ilgili pek çok konuşma duymuş, o nedenle Türkmenleri de
karıştırmış olabilir. Çünkü söz konusu Kafkasyalı köyler bizim köye uzak
değil. Bunlar kendilerini Türk olarak da bilirler. Vikipidi'deki o yazıyı
düzeltmek zorunda kaldım. Kimse kalkıp da ben öyle biliyorum diye herkesin
okuduğu bir yere yalan yanlış bilgi veremez.
Türkmenlerin yerleşik
duruma geçirilmek istenmesi 1700 yıllarına doğru başlamış. Daha önce Türkmenler
5 ay Uzunyayla'da, 5 ay da Antep yahut Halep'te kalırlarmış. Birer aylık yol
süreleri göz önünde bulundurulur ise, bu tam tamına bir yıl, yani 12 ay eder.
Türkmenlerin ya da Avşarların iskanı ha deyince olmamış. Bu iskanlar 1850
yılına kadar devam etmiş. Yer yer Osmanlı ile çatışmalar, kavgalar, adam
öldürmeleri, asker öldürme olayları vuku bulmuş. Hatta yerleşik düzene geçen
Türkmenlerden, Avşarlardan kimi oymak ya da aşiret, bir zaman gelmiş ki, bundan
sıkılmış, hadi yine eskisi gibi konar göçerlik yapalım demişler. Ya da
atalarımızdan Kurt Bey’in babası Firüz Bey gibi... Türkmenlerin iskana tabi tutulmasından
hoşnut olmayan bu bey, aşiretin bir kısmını alıp Horasan’a gitmek için yola
çıkmış ama, Urmiye’den öteye gidememiş, orada kalmış.
Yerleşik düzene geçen
köyler, eski hayatı bir türlü unutmamış, unutamamış. Hatta ileride isimlerini vereceğim köyler ben 12 yaşıma, yani 1966 yılına kadar her yıl Mayıs ayı
girmeden gelince toplanırlar, Demirboğa'nın bu tarafında, Tavladere'ye
yakın bir yerde yaylaya çıkarlar, 2 ay, 3 ay burada kalırlardı. Ben bunu gördüm
ve yaşadım. Davarlarını, hayvanlarını da buraya getirirler, otlatırlardı. Ekin
biçim zamanı, döğen sürme zamanı köylerine döndüklerini de bilirim. Bu ise
Temmuz ayı ortalarında, ya da Ağustos ayı başlarında olurdu.
Söz konusu
Türkmenlerin hemen hemen hepsi bahar gelince yaylaya 2 ya da 3 aylığına
muhakkak çıkardı. Yerine göre 2-3 köy bir araya gelir, yerine göre 4-5 köy bir
araya gelir, çok eskiden 10-15 köyün bir araya geldiği olurmuş, gruplar halinde
Uzunyayla'da yaylağın tadını çıkarırlardı. Ben küçükken bu
yaylaklarda davul zurna eşliğinde halayların da çekildiğini gördüm. Hatta
daha önceleri at yarışları, güreşler bile yapılırmış ama, ben maalesef
görmedim.
30 yıldır, 40 yıldır yurt dışına çalışmaya
giden Türkmenler var. Bunlar yurtdışında kaldıkları sürece kültürlerini,
geleneklerini, örflerin ve adetlerini unutuyorlar. Onların bunları unutmaması
için benim söz konusu yazıma çok ihtiyaçları var. Bir kısmı benden rica etti,
bunu ancak sen yapabilirsin dediler. Zaten demeselerdi ben yazımı yine
yazacaktım, ancak onlar vesile oldular, kendilerine teşekkür ederim.
Türkmenlere bu konuda ne kadar faydam olmuş ise kendimi o kadar bahtiyar
hissederim. Şimdiden okuyucularıma teşekkürler.
BİRİNCİ KISIM
Soyumuz Halep
Türkmenleri’nden Beğdili boyuna dayanmaktadır. Bunlar Yeni-İl denilen yerde
yaşamaktalarmış. Osmanlılardan önce, Selçuklular döneminde, XIII. Yüzyıl’da üç
obaya ayrılmışlar. Birinci oba Devetaş denilen yerde, ikincisi Bozüyük,
üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş. Birinci ve ikinci obalar Bozkoyunlu,
üçüncüsü Güneşli olarak adlandırılmış. Hepsi 200 vergi nüfuslu imiş. Üçüncü
Murat döneminde, yani 1574-1595 yılları arası Beğdili boyu oldukça
kalabalıklaşmış. Bunlar Emtileklü (61 vergi nüfuslu), Bekmişlü (26 vergi
nüfuslu), Araplu (22 vergi nüfuslu), Fakılu (56 vergi nüfuslu), Kazlu (?...
-tahmini 15- vergi nüfuslu), Kara Hasanlu (38 vergi nüfuslu), Karacalu (82
vergi nüfuslu), Topaklu (50 vergi nüfuslu), Günlü (83 vergi nüfuslu), Otamışlu
(49 vergi nüfuslu), Karaşeyhlü (97 vergi nüfuslu), Çobanbeylü (24 vergi
nüfuslu), Kuzucaklu (15 vergi nüfuslu), Bozkoyunlular (86+47=133 vergi
nüfuslu), Süleyman Kethüdalar (128 vergi nüfuslu), Güneşliler (93 vergi
nüfuslu), Sincanlar (80 vergi nüfuslu) imiş. Görüldüğü gibi XVI. Yüzyılın
sonlarında Beğdililer 1052 vergi nüfusludurlar. Bu da gösteriyor ki, nüfusları
10.000’in üzerindedir. Bir de Yeni İl’de Yaruklular’dan 156 vergi nüfuslu Yıva
oymağı vardır. Beğdililer Bozoklar olarak da anılmaktadır. 40 obadan
müteşekkildiler. XVII Yüzyıl’da Beğdili’den Kuzucaklu (45 vergi nüfusu),
Balabanlu (100 vergi nüfusu), Taşbaşlar (76 vergi nüfusu), Dimeklü (96 vergi
nüfusu), Ulaşlu (39 vergi nüfusu), Tatalu (177 vergi nüfusu) adlı obalar
varmış.
Beğdililer hakkında
Oğuzlar (Türkmenler) adlı kitabında yukarıdaki bilgileri veren Prof. Dr. Faruk
Sümer, şöyle de demektedir:
“Yeni-İl, Sivas’ın güneyindeki
Mancılık, Gürün ve Hekim-Han arasındaki bölgede yaşayan oymakların adıdır.
Mancılık ile Gürün arasındaki araziye Uzun-Yayla denilir. Hekim-Han’ın kuzey
doğusunda ve Alaca-han’ın güney doğusundaki Yellüce dağı da Yeni-İl’in en ünlü
yaylalarından biri idi. Yeni-İl, mâlî bakımdan III. Murad’ın anası Nur-Bânû’nun
Üsküdar’da yaptırdığı câmiin evkafına bağlanmıştı. Bu sebeble vesikalarda bu
topluluğa “Üsküdar Türkmeni” de denir. Bu topluluk biri Dulkadırlu’ya, diğeri
Haleb Türkmenleri’ne mensup olmak üzere, iki koldan meydana gelmiştir. Haleb
Türkmenleri’ne mensup kola eskiden beri Yaban-Eri denilir. Çünkü, bu kol
bölgede ancak yazın oturmakta, kışın Haleb bölgesine inmektedir. Bu kola
eskiden Şamlu ve Şamlular adları verilirdi. Dulkadırlu kolu ise umumiyetle
çiftçilik yapmaktadır.”
“Halep
Türkmenleri’nin Kanuni devrinde vergi nüfusu 9316 hanedir.” Bu ise onların
nüfusunun 80.000, ya da 90.000 civarında bulunduğunu gösterir. Boz Ulus’un o
zamanki 947 vergi nüfusu, Dulkadirlilerin ise 8013 vergi nüfusu göz önüne
alınırsa Halep Türkmenleri, Ortadoğu’daki en kalabalık Türkmen kitlelerinden
biridir. Bunlar kışları Halep ve civarlarında, yazları Uzunyayla’da
barınırlarmış. Uzunyayla ile Halep arası yaylım hayvan yürüyüşü bir aylık bir
mesafedir. Mart ayında Halep’ten hareket ettilerse, kimi Nisan ortalarında,
kimi Nisan sonlarında, ama Mayıs ayı girmeden Uzunyayla’ya vasıl olurlar. Güzün
Ekim’in ayında Uzunyayla’dan yola çıkarlar Kasım ayında Suriye’ye varırlar.
a) Selçuklular devri
Prof. Dr. Osman
Turan’a göre Halep, XI. Yüzyıl’ın ortalarında bir Türkmen şehridir. Burada
Afşin Bey, Atsız Bey ve Artuk Bey Alparslan’ın oğlu Sultan Tutuş
hükümdarlığında, 1078 yılında Kudüs’te Şam Selçuklu Türk devleti kurulmuştur.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, aynı yıllarda Anadolu Selçuklu Türk
Devleti’ni kurduktan sonra, Sultan Tutuş üzerine yürümüş ama, onunla yaptığı
savaşta yenilerek öldürülmüş, günümüzde halen mevcut olan Caber Kalesi’ne
defnedilmiştir. Sultan Tutuş, kardeşi Melikşah’ın Halep’e gelmesiyle Şam’a çekilmiş,
onun Suriye’yi terk etmesi üzerine Güneydoğu Anadolu’yu ele geçirmiş,
Arabistan’ı fethetmiş ve Bağdat’a da hakim olmuş, ancak yeğeni Berkiyaruk
karşısında Belh civarında yenilmiştir. Bu devlet Haçlılarla da mücadele etmiş,
onlara çok büyük kayıplar verdirmiştir. Atsız Bey ve oğulları Horasan ve
Türkmenistan’da, Artuk Bey ve oğulları ise Van, Ahlat, Diyarbakır, Mardin ve
Urfa’ya hakim olmuşlar, çok uzun süre bu şehirlerde hüküm sürmüşlerdir.
Güneydoğu’ya ait çevrilen filmlerdeki eski yapı eserlerin pek çoğu onlardan
kalmadır.
Anadolu'nun fethine
katılan Türk kumandanlarının en büyüklerinden biri Eksik Bey'in oğlu Artuk
Bey'dir. Malazgirt zaferinden (1071) sonra, Kutalmışoğlu Süleyman-Şah'ın
emrinde Anadolu fethine katıldı. Yeşilırmak vadisini Bizanslılar'dan Artuk Bey
fethetti, ancak kendini Süleyman Şah'a sevdiremedi. Süleyman Şah, Büyük
Selçuklu Hakanı Melik Şah'a şikayet ederek, Artuk bey'in fethettiği Yeşilırmak
vadisini kendi dayısı Taylu Danişment Gazi'ye verdi. Artuk Bey, bunu unutmadı,
öcünü almak için fırsat kolladı. Bir ara Umman'ı (Güney-Doğu Arabistan) da
fethedip Selçuklu devletine katan Artuk Bey, 1085 yılında Diyarbakır’ın da
dahil olduğu Güneydoğu Anadolu’yu tamamen Türkleştirmişti. Anadolu fatihi ve
ilk Türkiye hükümdarı Sultan Süleyman Şah, Suriye'yi kuzeni Sultan Tacüddevle
Tutuş'tan (Alp-Arslan'ın küçük oğlu) almak üzere harekete geçti. Halep
yakınlarında iki Selçuklu hükümdarının meydan muharebesinde Artuk bey, Sultan
Tacüddevle Tutuş'un tarafındaydı. Onun bu tarafta olması çok şeyi değiştiriyordu.
Süleyman Şah, Artuk Bey'i pek önemsememiş, bir iki defa Melikşah'a şikayet
etmiş olmasının cezasını misli misli çekecekti. Aslında Artuk Bey,
hükümdarlarına karşı çok sadıktı. Melikşah, onu Filistin Türkmen
Devleti'ne göndermekle cezalandırmak istemişti. Onun şimdiki hükümdarı
Tacüddevle Tutuş'tu. Süleyman Şah, Artuk Bey'le iyi geçinseydi haddinden
fazlasını kazanacaktı. Anadolu fatihi, Halep Meydan Muharebesi'nde
öldürüldü (03.06.1086). Sultan Tacüddevle Tutuş, bu hizmetine karşılık Artuk
Bey'e Filistin valiliğini verdi, bu görevde 1091 yılında yaşlı olarak öldü.
Onun 1092 yılına öldüğünü de söylerler. Artuk Bey'in 5 oğlu, devrin tanınmış
Türk kumandanlarıdır. Bunlar Diyarbakır, Van, Mardin ve Urfa taraflarında
Artukoğulları Beyliğini kurmuşlardır.
Ancak olayların
başlangıcının bir de işin doğrusu var. Şimdi ona bakalım:
Arslan Yabgu 1025
yılında Gazneli Mahmut tarafından esir edilmiş ve Hindistan’a gönderilerek
orada bir kaleye hapsedilmişti. Oğuzların başında bulunan Yağmur Bey, 1032
yılında Sultan Mesut tarafından yakalanıp hapsedildi ve akabinde Gazne
valilerinden Taş Ferraş tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Yağmur Bey’in oğlu
Bögi, babasının obasının başına geçti. Ona Kızıl Bey, Buka Bey, Anasıoğlu,
Oğuzoğlu Mansur ve Göktaş Bey’ler destek verdiler. Oğuzlar Taş Ferraş
komutasındaki Gazneli ordusunu Horasan civarında mağlup edip Taş Ferraş’ı
öldürdüler. Sultan Mesut ordusuyla üzerlerine gelince Hamedan ve Azerbaycan
tarafına çekildiler. Çok olaylar meydana geldi. Kızıl Bey, Tuğrul Bey’in Azizüzüddevle
bin Yahya adıyla veziri oldu. Rey’e hakimdi. Nişabur’un zaptında bulundu.
Kızıl Bey hariç Oğuzlar Dandanekan Meydan Muharebesi’nin olduğu yıl, 1040 yılında Urmiye
civarındalardı. Buradan 1041 yılında Hakkari üzerinden Güneydoğu Anadolu’ya
girip Diyarbakır’ı kuşattılar. Bu sırada Arslan Yabgu oğlu Kutalmış, 1041
yılında vefat eden dayısı Kızıl Bey’e bağlı aşiretle onların yanına geldi.
Güçlenen Oğuzlar Musul’u bile zapt ettiler. 1045 yılında Erciş’te Stefan
Katapan komutasındaki bir Bizans ordusunu mağlup ettikten sonra Azerbaycan’a
vardıklarında Tuğrul Bey, Diyarbakır’ın iktasını Oğuzların başında bulunan Buka ve Anasıoğlu’na verdi.
Kızıl Bey’in iki oğlu
vardı. Hatta üç oğlu. Birinin adı Daana’dır. Bu bilgili ve alim demekti.
Azerbaycan hükümdarı Vahsudan’ın şairi Katran, onun için Oğuzların padişahı diyerek
bir şiirinde bahseder. Daana, diğer Oğuz beyleri Hamedan ve Horasan’da
savaşırlarken Oğuz ailelerinin başında Urmiye’de bulunmaktaydı. Daana
kanaatimize göre Taylu Danişment Gazi’den başkası değildir. Buhara yakınlarında
bulunan bir aileden gelmektedir. Urmiye'de Oğuz ailelerinin başında bulunan Daana'nın, bir ara emrindeki kuvvetlerle şimdiki Ermenistan'ın bulunduğu Vaspuragan'a sefer düzenlediği, Ermeni köy ve kasabalarını yakıp yıktığı, bol ganimetlerle Urmiye'ye döndüğü söylenir. Arslan Yabgu’nun oğlu ve Yağmur Bey’in yiğeni
Kutalmış’ı Amidülmülk el Kunduri eğittiği gibi Taylu Danişment Gazi de eğitmiş,
ayrıca onu kendine damat edinmiştir. Danişment Gazi için Kutalmış oğlu Süleyman
Şah’ın dayısının oğlu olduğunun söylenmesi buradan gelir. Burada unutmadan bir iki meseleye temas edeyim:
Danişmentname, Danişmentliler Devleti zamanında Kayseri'de İbni Kemal tarafından yazılmıştır. Daha sonra İkinci Murat zamanında Tokat dizdarı Arif Ali tarafından yeniden kaleme alınan bu eser, asıl Danişmentname değil de, İkinci İzzettin Keykavus'un münşisi İbni A'la'nın yazdıkları esas alınarak yazılmış, dolayısı ile yer yer yanlışlıklar ve değişiklikler yapılmıştır. Günümüzdeki Danişmentname budur. İbni A'la mı yapmış, yoksa Arif Ali mi yapmış, onu bilmeyiz ama, ikisinden biri yapmış, eserin aslına sadık kalmamışlardır. İşte Danişment Gazi'nin Ermeni dönmesi olduğunun söylenmesi de burada işin içine dahil edilmiştir. Özbe öz Türk, Buharalı, hatta Türkmen olan biri nasıl Ermeni yapılmak istenir, anlaşılır gibi değil. Herhalde Danişmentname'yi yeniden kaleme alan o iki kişiden biri Ermeni dönmesi ki, öyle bir tahrifata, ya da çarpıtmaya girişmiş olabilir. İbni Kemal'in ve İbni A'la'nın yazdıkları kaybedildiğine yahut yok edildiğine göre, bu işi yapan günümüzdeki nüshanın sahibi Arif Ali'dir.
Taylu Danişment Gazi'nin oğlu Gümüştekin Gazi'nin diğer adı Ahmet'tir, menkıbelerde Danişment Ahmet Gazi denerek de geçer. Bu Ahmet adı onun adıdır, Taylu Danişment Gazi'nin değil.
Danişmentname, Danişmentliler Devleti zamanında Kayseri'de İbni Kemal tarafından yazılmıştır. Daha sonra İkinci Murat zamanında Tokat dizdarı Arif Ali tarafından yeniden kaleme alınan bu eser, asıl Danişmentname değil de, İkinci İzzettin Keykavus'un münşisi İbni A'la'nın yazdıkları esas alınarak yazılmış, dolayısı ile yer yer yanlışlıklar ve değişiklikler yapılmıştır. Günümüzdeki Danişmentname budur. İbni A'la mı yapmış, yoksa Arif Ali mi yapmış, onu bilmeyiz ama, ikisinden biri yapmış, eserin aslına sadık kalmamışlardır. İşte Danişment Gazi'nin Ermeni dönmesi olduğunun söylenmesi de burada işin içine dahil edilmiştir. Özbe öz Türk, Buharalı, hatta Türkmen olan biri nasıl Ermeni yapılmak istenir, anlaşılır gibi değil. Herhalde Danişmentname'yi yeniden kaleme alan o iki kişiden biri Ermeni dönmesi ki, öyle bir tahrifata, ya da çarpıtmaya girişmiş olabilir. İbni Kemal'in ve İbni A'la'nın yazdıkları kaybedildiğine yahut yok edildiğine göre, bu işi yapan günümüzdeki nüshanın sahibi Arif Ali'dir.
Taylu Danişment Gazi'nin oğlu Gümüştekin Gazi'nin diğer adı Ahmet'tir, menkıbelerde Danişment Ahmet Gazi denerek de geçer. Bu Ahmet adı onun adıdır, Taylu Danişment Gazi'nin değil.
Kutalmış’ın Sultan
Alparslan’la giriştiği savaşta kurtulduğu, 3 Ocak 1064’te peşinden yetişen
askerler tarafından öldürüldüğü söylenir. Aslında Kutalmış ölmemiştir, sağdır.
Onun peşinde gelen askerlere Er Basgan komuta etmektedir. Er-Basgan,
Kutalmış’ın 6 yaşındaki oğlu Mansur’u, 4 yaşındaki Süleyman’ı alıp
Alparslan’ın yanına döner ve Kutalmış’ın öldüğünü söyler. Kutalmış, oğullarını
ona emanet etmiştir. 1069 yılında Er Basgan, Alparslan’dan ayrılır ve
Anadolu’ya girer. Yanında Nevakiyye Türkmenleri ve Kutalmış’ın oğulları vardır.
Nevakkiyye Türkmenlerinin başında Kızlı, Atsız ve Şökli Bey’ler vardı. Kutalmış
da bunlara katıldı. Kızlı, Kızıl Bey’in oğlu, Daana’nın kardeşinden başkası
değildi. Er Basgan kendisine tabi kuvvetlerle Sivas’tan Bizans’a doğru yol
alırken, bunlar 1070 yılında Suriye taraflarına indiler. Kızlı, Akka’nın
kuşatmasında ölür. Ama bu kaleyi 1074 yılında Şökli fetheder. Kutalmış ve
oğulları Şökli tarafındalar. 1075 yılında Atsız, Şökli’yi öldürür. Ancak Atsız,
Kutalmış ve oğullarına dokunmaz. Onlar da Nevakiyye Türkmenlerinin bir kısmını
alarak İznik’e doğru yola çıkarlar.
Kızlı’nın kardeşi
Daana, Kavurt denen Kurt Bey isyanına karışmış, ancak o 1072 yılında Melikşah
tarafından affedilmiş, Anadolu’ya gönderilmiş, Sivas, Tokat, Amasya ve Kayseri
havalisinin fethi ona verilmişti. Bu sırada onunla birlikte gelen Artuk Bey
de Harput ve Gümüşhane civarını fethetmiştir. Daana daha önce belirttiğimiz
gibi, Taylu Danişment Gazi’ydi. Artuk Bey onun kızkardeşinden yeğeni olurdu.
Yani Artuk Bey’in ana tarafından dedesi Azizüddevle Kızıl Bey’dir. Aralarında
ne geçti bilmeyiz. Ancak Danişment Gazi Nizamülmük’e karşıdır. Belki Nizamülmük
Artuk Bey’i Danişment Gazi’ye karşı dolduruşa getirmişti. Burası meçhuldür.
Artuk Bey, bulunduğu yerden ayrılarak Suriye’de Atsız Bey’le buluşmuş,
Arabistan dahil birçok yeri fethetmiştir.
Ebu'l Ferec Barhabraeus'a göre, iki oğlunu alan Kutalmış, İznik'e varmış, burayı fethetmiş, Er Basgan vasıtasıyla Bizanslılarla iyi ilişkiler kurmuş. Ancak o, 1081 yılında Porsuk Bey tarafında bir düelloda galip gelmişken hileyle öldürülür, yerine aynı yıl oğlu Süleyman Şah geçer.
Ebu'l Ferec Barhabraeus'a göre, iki oğlunu alan Kutalmış, İznik'e varmış, burayı fethetmiş, Er Basgan vasıtasıyla Bizanslılarla iyi ilişkiler kurmuş. Ancak o, 1081 yılında Porsuk Bey tarafında bir düelloda galip gelmişken hileyle öldürülür, yerine aynı yıl oğlu Süleyman Şah geçer.
b) Türkmenlerin ikiye ayrılmaları
Büyük Türk Mutasavvıflardan Seyit İmadettin
Nesimi de Halep Türkmenlerindendir. 1404 ya da 1405 yılında derisi yüzülerek
öldürülmüştür. Onun;
“Kah çıkarım
gökyüzüne, seyrederim alemi,
Kah inerim yeryüzüne,
seyreder alem beni” +
deyişi vardır.
Nesimi’yi destekleyen Türkmenler, 1407 yılında Şeyh Bedrettin, Halep’e
geldiğinde, onu kendilerine mürşit edinmişler, “Burada kal, sana hanikah ya da tekke yapalım”,
demişler; Şeyh Bedrettin onlara; “Kusura
kalmayın, Yıldırım Beyazıt’a ahdim var, Edirne’ye varmam lazım”
demişti. Ben bunu “Babailer,
Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin” adlı kitabımda yazdım.
Yine Faruk Sümer’e
göre, 1520 yılında Beğdili’den Bozkoyunluların başında Mahmut Bey ve Atgüden
Beyoğlu Karaman Bey varmış. Biri bir kolun, diğeri de öbür kolun başındaymış.
Kanuni dönemindeki kayıtlarda Bozkoyunlular’dan bir kolun başında Hoca Ali
Şeyh’e mensup birinin olduğu belirtilmektedir. Bunu 4 oba desteklemekteymiş.
Defterde bunlar hakkında, “kadimden
er ocağı olup, bir senede üç kelimetullah hatmedüp sevabın Hazret-i
Hüdavendigar’a eda ettikleri, duaları makbul kimesneler”
denilmekteler. Bozkoyunluların diğer bir koluna ise Boz Geyiklüler denmiş.
Bunlar Bektaşiymiş. Namlarını ise XV. Yüzyıl’da yaşamış Boz Geyiklü Dede’den
almaktalarmış. Bunları Türkmenlerden 17 oba desteklemekteymiş. Defterde
haklarında şunlar yazılır:
“Kadimden vacibü’r-riaye kimesneler”dir.
Obalarına “kurban”
olarak “çırak gelir,
dervişler dedikleri” bunlardır ve onların “hem mezkur Beğdili cemaatinin uluları
oldukları” söylenir. Bugün bile Gaziantep ve Suriye’deki Türkmenler
bu Boz Geyiklü Dede’yi zikrederler, onun bir Türkmen velisi olduğunu
belirtirler.
Benim araştırmama göre, Boz Geyiklüler'in bir kısmı XVIII. Yüzyıl'ın başlarında Melami Tarikatı'ndan ve Şeyh Bedrettin'in yolundan gidenlerden Malatyalı Niyazi Mısri'ye intisap etmişlerdir ki, onlara Bozkoyunlu Türkmenlerin Sofular Cemaati de denir.
Benim araştırmama göre, Boz Geyiklüler'in bir kısmı XVIII. Yüzyıl'ın başlarında Melami Tarikatı'ndan ve Şeyh Bedrettin'in yolundan gidenlerden Malatyalı Niyazi Mısri'ye intisap etmişlerdir ki, onlara Bozkoyunlu Türkmenlerin Sofular Cemaati de denir.
Yine Kanuni döneminde,
Süleyman Kethüda’ya tabi Beğdili Türkmenleri’nin 34 vergi nüfusu, Ahmet, Ali ve
Mustafa Kethüdaların idaresindekilerin ise 57, 67, 109 vergi nüfusu bulunduğu
görülmektedir. Bunlara Peçenekler de denilmektedir.
İkinci Selim
döneminde Halep Türkmenlerinden 250 vergi nüfusa sahip Bayındırların başında
Hüseyin Kethüda; Üçüncü Murat döneminde Bozkoyunluların birinin başında Uğurlu
Bey, diğerinin başında ise Şefaat Bey vardır.
1577 yılı
kayıtlarında Halep Türkmenleri sancak beyine gönderilen bir hüküm vardır. Bu
hükümde Beğdililerden bir kısmının isyancı Arap emirlerinden Ebu Rişoğlu’na
yardım ettikleri, bir kısmının yani Karaşeyhlü, Çoplu ve Sincanlar’ın yol
kesicilik ve yağmacılık yaptıklarına dair duyum alındığı, bunların tedip
edilmesi ya da zararlarına meydan verilmemesi
istenmektedir.
Bayındırlar Üçüncü
Murat döneminde ikiye ayrılmıştır. 125 vergi nüfusun başına Bay Koca, 111 vergi
nüfusun başına ise Hüseyin Kethüda’nın oğlu Savcı Bey geçmiştir.
İKİNCİ KISIM
1690 yılında Halep
Türkmenlerinden Beğdililerin bütün obaları ile birlikte iskan edilmeleri için Kadızade
Hüseyin Paşa’ya emir verilmiş, o da bu işe başlamış, Ağcakale’den Rakka’ya
kadar yapılan iskan işini 1699 yılında Yusuf Paşa tamamlamıştır. Yeni-İl’deki
bütün Türkmen obaları bu iskana tabi tutulmuştur. Hacı Alioğlu Ganim Bey
idaresindeki 500 vergi nüfuslu Bekmişlü obası, Topal Asaf
idaresindeki 600 vergi nüfuslu Karaşeyhlü obası, Firuz Beyoğlu Şahin
Bey idaresindeki 600 vergi nüfuslu Bozkoyunlu obası, Seyf Han
idaresindeki 200 vergi nüfuslu Bozkoyunlu obası, Pir Budakoğlu Mehmet
Bey ve Satılmış Bey idaresindeki 500 vergi nüfuslu Dimeklü
obaları; ayrıca Tatalu, Kazlu, Balabanlu, Araplu, Güneşli, Taşbaşlar,
Sincanlar; bütün bunlar iskana tabi tutulmuşlardır. Beğdililerin sözünü dinledikleri ve çok önem
verdikleri Firuz Bey, bu iskan işini duyunca 1691 yılında, Türkmenlerin
yazın geldikleri Uzunyayla’da onlara hitap etmiş, iskan işini beğenmediğini,
yerleşmek isteyenlerin yerleşeceğini, onlara mani olmayacağını, ancak
kendisiyle gelmek isteyenler var ise hazırlanmalarını söylemiş, oğlu Şahin
Bey, Kenan Bey ve Kurt Bey’e veda etmiş, Güney Azerbaycan’a
doğru yola çıkmıştır. Onun niyeti ecdadının geldiği Horasan’a gitmekmiş
ama, Urmiye’ye varınca orada kalmış.
İstanbul’dan
1695 yılında Avusturya Seferi’ne, Beğdili Türkmenlerin de iştirak
edeceği emri gelmiş, 150 atlı ile toplam 500 kişi bu sefere iştirak etmiştir.
İştirak eden beyler şunlardır:
Firuz
Bey oğlu Şahin Bey,
Şedit
oğlu Topal Asaf Bey,
Bekmişlü
Ganim Bey,
Kör
Nasır Bey,
Yüzhatim
Ağa oğlu Hasan Bey,
Seyf
Han Bey,
Ebu
Seyf oğlu Mirza İsmail Bey,
Karaşeyhlü
İdris oğlu Musa Bey,
Şeyh
Musa Kethüda,
Şah
İsmail oğlu Mehmet Bey,
Bozkoyunlu
Ahmet Kethüda,
Karaşeyhlü
El-İys oğulları: Kenan ve Kessal Bey,
Kırgıl
Yahya oğlu,
Bozkoyunlu
Kethüda Murtaza,
Döğerli
Yedi Bey…
Bunlar Padişah İkinci
Mustafa ve Kastamonu Türkmenlerinden Veziriazam Elmas Mehmet Paşa’nın
emrinde Avusturya Seferi’ne katılmış, Lippa Fethi, Lugos ve Olaş
zaferlerinde bulunmuş, hatta Zenta Faciası’nda bile cesaretlerini
kaybetmemişler. Ancak bilinen bir şey var. O da birinin bile Avusturya
Seferi’nden dönmediği. Firuz Bey oğlu Şahin Bey, sefere
giderken Bozkoyunluları kardeşi Kenan Bey’e emanet etmişti. Ondan sonra
ise Bozkoyunluların başına Şahin Bey’in oğlu Firuz Bey geçmiştir.
Neden böyle olmuş, bilmiyoruz.
a) Kurt Bey
Ancak kayıtlarda
1698 yılında Bozkoyunluların ve Karaşeyhlülerin Elbistan’a
saldırdıkları, buranın kalesini 40 gün kuşatıp aldıkları, en az 500 kişi
öldürdükleri, 500 kadın ve çocuğu da tutsak aldıkları hadisesi var. Bu
inanılması güç bir hadisedir ama, doğrudur. Faruk Sümer böyle
demektedir. Onlar Elbistan’a niye saldırmışlar, burası meçhul. Çünkü Elbistan
göç yollarının üzerinde de olabilir. İşte bu hadiseden sonra Şahin Bey’in
oğlu Firuz Bey, Bozkoyunluların başına geçmiştir. Amcası Kurt Bey
hayattaydı. Daha sonra yeğeninin yerine Bozkoyunluların başına o geçmiş olacak.
Kurt Bey'in medrese gördüğü, Hanefi hukuk bilgisine sahip olduğu,
kendisine bu nedenle Fakih, yani Fakı dendiğini zannetmekteyiz. Şeceremizin ulaşabildiği
Kurt Fakı budur.
Yard. Doç. Dr.
Ali Rıza Gökbunar'ın araştırmasında şunlar belirtilir:
"17.
yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti'nin Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik ile
giriştiği 16 yıl süren (1683-1699) büyük savaş, Osmanlı Devleti'ni maddi ve
manevi kayıplara uğratmış; ülkenin idari, mali, iktisadi, adli sistemi
bozulmuştur. Her yıl 20-30 bin asker yazılması nedeniyle devlet hazinesi
bunların maaşlarını karşılayamayacak kadar zor duruma düşmüştür. Bu
karışıklıkları önlemek için vergiler arttırılmış ve yeni vergiler konulmuştur.
Yeni vergi düzenlemeleri Anadolu'nun bir kısım yerlerindeki köylerde büyük
nüfus dalgalanmaları meydana getirmiştir. Belli bir süre sonra bu durum birçok
kasaba ve köyün harap olmasına yol açmış, bir çok ekili alan kullanılmaz hale
gelmiştir. Osmanlı Devleti zirai ürünün azalması karşısında düştüğü darboğazdan
ve olabilecek daha büyük felaketlerden haklı olarak endişe etmiş, boş ve harap
yerleri yeniden canlandırma, imar etme ihtiyacı duymuştur. Söz konusu araziler,
başka yerlerden gelmek isteyen kimselere verilmeye başlanmış..."
Görüyoruz ki o dönem Kurt Bey'in, ya da Kurt Fakı'nın yaşadığı dönem, Türkmenler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından da kritik bir dönemdir.
Görüyoruz ki o dönem Kurt Bey'in, ya da Kurt Fakı'nın yaşadığı dönem, Türkmenler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından da kritik bir dönemdir.
Kangal’ın Kocakurt köyünden Güler Tanyıldız, ilk sayılarında
yazılar yazdığım “Yeni Hayat” dergisinin 1999 yılı Aralık ayı sayısında,
Beğdili Türkmenlerinin boy beylerinden birinin adının Firuz Bey oğlu Kurt
Bey olduğuna dikkat çekmekte, Beğdili boyu dağıldığı zaman bu
Türkmenlerin kendilerine yerleşecek bir yer ararlarken bir yerin tepesinde bir
kurt gördüklerini, orayı mesken tutup yerleştiklerini, o nedenle köylerine
Kocakurt köyü dendiğini söylemekte, en iyi Kangal köpeklerinin ise kendi
köylerinden çıktığını belirtmektedir. Bu yazı, hani bir televizyon programında
“Osmanlı isyancıbaşılara paşalık verirdi, Apo’ya da paşalık verelim”
diyen Prof. Dr. Mümtazer Türköne’nin, “Kurt sembolü 1910 yılında icad
edildi” demesi üzerine dava arkadaşlarımdan Av. Hanifi Altaş
tarafından internet sayfasında kaleme alınmıştır. Ancak Kocakurt köyünde
pek dik bir kayalık yoktur ama, bir tepe vardır. Bizde Bozkurt ve Kurt
Bey olayı dik bir kayalık olarak anlatılır. Kuluncak'ın Sofular
beldesi ve Şarkışla'nın Mengensofular köyünde, yani bizim
köyde tepe üstünde dik kayalıklar vardır. Hele Mengensofular köyünün
batısında, dağ misali tepe üstündeki dik kayalık muhteşemdir. Biz bu kayalığa Sofular'ın
kalesi deriz. Kocakurt köyü de Kurt Bey soyundan olduklarından
onun Bozkurt olayını zihinlerinde tutmaktadırlar. Bu doğaldır. Çünkü Sofular
beldesiyle Mengensofular köyündekiler, hatta Kocakurt köyündekiler
aynı boydan ve sülaledendirler. Anlatılan Bozkurt olayı gerçektir. Bir
yazımda Kangal’da da akrabalarımız var, demiştim. Bu dergi yazısı
şeceremize de ışık tutmaktadır.
Türkmenlerin Şarkışla’ya,
köyümüzün bulunduğu Uzunyayla civarına göçü üç aşamada olmuştur. Birinci
aşama, 1696 yılı ile 1699 yılı arasında Rakka valisi Yusuf Paşa ve
Halep valisi Abbas Paşa’nın Bozkoyunluların üzerine yürümesi ve onlara
çok zayiat vermesi nedeniyle XVIII. Yüzyıl’ın başlarında, ikincisi 1850’li
yıllarda, üçüncüsü 93 Harbi’nde. İkinci ve üçüncü aşamanın Kafkasya
göçmenlerinin Uzunyayla’ya yerleştirilmesi nedeniyle gerçekleştiğine
dair söylentiler var. Bu doğru olabilir. Çünkü Karacaören, Tavladere, Kazancık
ve Altınyayla eskiden Türkmen ve Avşar köyleriymiş. Şimdi buralarda
Çerkezler var. Mengensofular’a 1700 yılından önce de yerleşmeler olmuş.
Şimdi kendisi Hollanda’da olan Abdullah Arslan'ın dedesi Mehmet
Ali Arslan'ın tapuda kayıtları var. O bu kayıtları Sivas’taki
defterdarlıkta bulmuş. Kayıtlar Birinci Ahmet zamanına kadar gidiyor. Abdullah
Arslan'ın sülalesine Tötükler derler. Tapuda Gökoğulları diye
yazılmış. Bizimle akrabadırlar. Yani soyumuz aynı, onlar da Bozkoyunlulardan.
Bize Karaömeroğulları derler. Mengensofular’a yerleşmeye
1700 yılında Kurt Bey'in aşiretinden bir kısım Bozkoyunlular, yani Akkoyunlular da
gelmiş. Koç'lar bunlardandır. Onlara Kurtfakıoğulları demişler.
Akrabalık bağlarımız da var.
Kurt Bey'le
gelenlerin bir kısmı Kuluncak’ın Sofular köyüne ve Kangal'ın
Kocakurt köyüne yerleşmişler. Hatta Balıklıtohma çayı boyunca
devam eden, yol güzergahında bulunan Mancılık, Havuz, Kurtoğlu, Kürkçüyurt
ve daha birçok köye yerleşenler olmuş. İkinci ve üçüncü aşamada da Kuluncak’ın
Sofular köyünden gelenler olduğu gibi, Mengensofular’dan da Havuz
ve Kürkçüyurt, hatta Kurtoğlu köylerine yerleşenler olmuş.
Bunların dışında Uzunyayla’da bulunan Tonus, Kurtoğlu,
Kapaklıpınar, Karapınar, Yassıpınar, Durgunsu, Kurtoğlu, Samankaya, Uçuk,
Bağlama; Balıklıtohma çayı boyunca uzanan Taşlıhüyük,
Harmandalı, Kızılhüyük, Tahtyurt, Çamurlu, Böğrüdelik, Sarıca ve Beserek
adlı köyler Beğdili’ye bağlı Bozkoyunlu Türkmen köyleridir. Bu
köylerin bazısında, Kapaklıpınar’da ve Yassıpınar'da olduğu gibi Avşarlara da
rastlanabilir. Mengensofular'a yerleşenlerden bir sülale de Köşker'ler,
Karaca'lar, Alibagil ve İbiş'ler'dir. Ancak Karaca'lar adı Kut beyin diğer adı Kurt Karaca'dan da gelebilir. Yine Uzunyayla'da Sarıçiçek, Osmanuşağı, Abdurrahmanlar, Öziçi ve Yeniköy gibi Türkmen köyleri de vardır.
Ayrıca şunu da belirteyim: Kastamonu'nun
Cide ilçesine bağlı Sofular köyü vardır. Bu köyde Türkmendir.
Halen Türkmen olduklarının bilincindedirler. Köyün ne zaman kurulduğuna dair
bir bilgi yoktur. Ancak bu köyü de Mengensofular gibi, Kuluncak'ın
Sofular köyünden ayrılanlardan bir grup insan kurmuş olabilir. Yine Konya’nın
Karapınar ilçesinden Mehmet Bey’in bildirdiğine göre, onlar da Beğdili’den
Hotamış Türkmenleri’ndenmiş. XVIII. Yüzyılın başında Uzunyayla’dan
Karapınar’a gelip yerleşmişler. Soylarına Halep Türkmenleri
dendiğini biliyormuş.
Kırşehir’de de bu Türkmenlerden var. Yalnız bunlar Şahin Bey’i, Kenan
Bey’i ve Kurt Bey’i Mehmet Ali ve Bekir Bey’lerle idam
edilmiş gösteriyorlar. Kenan Bey idam edilmiş olabilir, hatta Kurt
bey bile XVIII. Yüzyıl’in ilk çeyreğinde yakalanıp idam edilmiş olabilir
ama, Şahin Bey idam edilmemiş, Avusturya Seferi’nde, muhtemelen Zenta
Muharebesi’nde şehit düşmüştür. Şahin Bey, Avusturya Seferi’ne
giderken Bozkoyunluları kardeşi Kenan Bey’e emanet etmiş, Elbistan
kalesi baskınından sonra, 1700 yılında da beylik Şahin Bey’in oğlu Firuz
Bey’e geçmişti. Bunu daha önce anlatmıştık. Demek ki Elbistan kalesi
baskınının Kenan Bey’in idamı ile alakası olabilir, veyahut bu idam işi
baskından sonra vuku bulmuştur.
Kırşehir Türkmenleri de Kurt
Bey’le ilgili bilgi verirler ve şöyle derler:
Beydili aşiret
beyinin hanımı üçüz oğlan doğurmuştu. Kadın, Rakka’ya sürgüne gitmeden
önce bu çocukları dağdaki bir mağaraya götürüp, bırakmış, bir kaç yıl geçtikten
sonra Beydili aşireti sürgünden dönmüş. Mağaraya giden anne, üç oğlunun da
mağarada tıpış tıpış yürür halde olduklarını görmüş ve bir kenara gizlenip
beklemeye başlamış. Gün batarken bir Bozkurt’un gelip çocukları emzirmeye
başladığını görmüş. Anne, üç oğlunu alıp obasına dönmüş, kara yağız kıllı olana
Kurt Karaca, ince, uzun ve sırım gibi olana Cerid, boynu ince
olana da Boynuince, diye isim vermiş. İşte Karaca Kurt, Cerit ve Boynuince
obaları bunlardan gelir.
Görüyoruz ki, Kırşehir
Türkmenleri olayı bir az efsanevi bir kalıba sokarak, Ergenekon
destanıyla bağlantı kurdurmuş. Çünkü yazımızda anlattığımız gibi işin içinde
bir Bozkurt olayı var. Belki bu kurt hikayesini arada parantez açıp
açıklarlarken, Türklerin yok edilmesini, bir genç çocuğun sağ bırakılmasını,
onun da bir dişi kurt tarafından beslenmesinden bahsetmiş olabilirler. Zamanla
bu anlatılan şekle büründürülmüş.
b) Mengensofular
Mengensofular doğduğum köydür. Şarkışla'dan
bakıldığı zaman, Mengensofular'ın kalesi mihrap gibidir. Zaten köyümüz Şarkışla'nın
tam kıblesindedir. Kalenin doğusunda yer alan Çatalarkaç'a vardım. Orası
da yüksektir. Çok eskidendi, 13-14 yaşlarındaydım. Yaz günüydü. Dayımlarla
gitmiştim. Ekin biçmişler, hayvanlar için ot toplamışlar, bir kağnı sap vurmuş,
bir kağnı da ot vurmuş, akşama yakın Adamkaya’ya gelmiştik. Bu
sene Mayıs ayında Kargasekmez tepesinden, şimdi kendisi Danimarka’da
bulunan Kızılcakışlalı İlhan Esen’in arabası ile yukarı çıktık. Tepeyi
aşmadık. Öte taraf Çatalarkaç’tı.
Şimdi Karacaağaç'ın
olduğu yerler ve yamaçlar orman olmuş. En son o tarafa 10-15 yıl kadar önce Boztepe'den
bakmıştım. Bu süre içinde her şey çok değişmiş. Duyduğuma göre Karacaağaç'ı
domuzlar mesken tutmuş, eşek gibi iri iri domuzlar. Eskiden bir tane bile
yoktu. Şarkışla’nın ovasında veya ovanın hemen başındaki köylerde
nüfusları fazla olmamakla beraber Ermeniler de varmış. Birinci Dünya Harbi’nin
başlarında bunların erkeklerinden bir kısmı silahlanıp çete harekatına
girişmişler. Silahlı Ermenilerden bir grubun Karacaağaç’ta bulunduğu
haberi yayılmış. Eli silah tutan Türkmen gençleri toplanıp gelmiş ve silahlı
çatışmaya giren Ermeniler bir kişi bile sağ bırakılmadan öldürülmüş.
Ziyaret'ten
Mengensofular'ın çevresi ve Kale'nin görüntüsü, hele Kargasekmez’in
üzerinden daha hoş ve çekici.
Benim işittiğime göre
ecdadımız Darende'nin Sofular köyü ve çevresindeki köylerden
gelmişler. Tahminime göre 1700 yılından sonra, 18. Yüzyıl’in ilk çeyreğinde.
Şimdi o Sofular köyü Darende'ye değil, Kuluncak'a bağlı.
Bu köyün bir internet sitesi vardı. 2009 yılında, o köyle ilgili bir çekim
seyretmiştim. Şimdi maalesef yok. Ne olmuşsa, kaldırmışlar. Köyde bir şenlik
yapılıyor. Bu “mengensofular.com”da anlatıldığı gibi, Kurt
kılığına giren ve köyümüzü ziyarete gelen, sonra da dayak yiyen Sıyırmalı
köylüler gibi. Tamı tamamına aynı. Bu bir gelenek. Yılda bir kere yaparlarmış.
Eski Türk inançlarında gelmekteymiş, 1000 yıla yakın devam ettirilmiş.
Kuluncak'ın Sofular köylüleri bunu yakın zamana kadar yerine getirmektelermiş.
Ama şimdi o geleneği bizdeki gibi kaldırmışlar.
Dedem bana çok anlatırdı.
Ben de dinlerdim. O Enver Paşa'nın bir numaralı hayranıydı. Atatürk,
Sivas kongresinden sonra Ankara'ya geçerken, Şarkışla'ya
uğramış, dedem yirmi askerle onu Merkezhüyük köyü girişinde karşılamış.
Dedem demişti ki: “Ben
askerlerin başındaydım. Otomobille gelen Mustafa Kemal, bana baktı, ‘adın ne’
dedi. Ben ‘Üzeyir’ dedim. Mustafa Kemal, ‘kimlerdensin’ dedi. Ben,
‘Türkmenlerden, Karaömeroğullarından...’ dedim. ‘Benim hafif sarışın ve
çakır gözlü olmam onun dikkatini çekmişti. Eline defterini aldı, adımı
yazdı. ‘Bundan sonra senin adın Aziz olsun’ dedi. İstiklal madalyamı alırken,
askeri kayıtlarda, Karaömeroğullarından, Hacı Memet torunu, Halil İbrahim
oğlu Aziz diye kaydıma da rastlanmıştı. Bu şerh düşülen kayıttı. Hacı Memet
torunu, Halil İbrahim oğlu Üzeyir, yani asıl adımla da kaydım vardı. Demek ki
Atatürk, Sivas’tan Ankara’ya giderken aldığı notu askeri kayıtlara geçirmiş.
Öyle anlaşılıyor. Zaten bir yıl sonra seferberlik ilan edilmiş, beni de 10
askerle birlikte Ankara'ya çağırmışlardı. Polatlı'ya kadar gitmiştik. Sonra
Sivas civarında bazı isyanlar baş gösterince beni ve 10 askeri Şarkışla'nın
asayişini sağlamak için geri göndermişlerdi. Bir, bir buçuk yıl sonra da Milli
Ordu’ya katılmam için Kayseri’ye gittim.”
Bunları söyleyen dedem,
Kangal'da, Uçuk, Samankaya'da da akrabalarımızın bulunduğunu söylerdi.
Derdi ki: “Bizim akrabalar Halep'te de vardır. Ben, birkaç sefer mavzerimi
kuşandım, atıma bindim, Halep'e gidip geldim. Oraya kadar Türkmenler vardır.”
Liseden 1’den 2’ye geçerken
ikmale kalmıştım. Bu ikmalleri verirken Sivas’ta bir ay kadar Samankaya’dan
akrabaların yanında kaldım.
Şarkışla'nın Adamkaya köyü, Bahçalan köyü, Dökmetaş
köyü, Osmanpınarı köyü, Kevennik köyü, Kışla köyü, Sarıçiçek
köyü, Kötüköy (Oluktaş), Delilyas, Kürkçüyurt, (Bu iki köy
şimdi Altınyayla’ya bağlıdır), Kale köyü, Osmanuşağı köyü, Sarıkaya
köyü, Öziçi köyü, Sıyırmalı köyü, Abdurrahmanlar köyü (Bu
iki köy şimdi Gemerek’e bağlıdır)... bir de Kızılırmak tarafında Fakılı
var. Bu köyler, Altınyayla’ya ve Gemerek’e bağlanan
daha birçok köy Türkmen köyü imiş, buralarda akrabalarımız varmış. Fakılı'ya
bizim köyden, akrabalardan biri gelin gitmiş. Hatta Türkmenlerden beş-altı evin
XIX. Yüzyıl ortalarında göçüp, Kızılırmak kıyısındaki bu köyü kurduğu da
söylenir. Ora ile akrabalık bağımız herhalde bu nedenlerledir. Öziçi’li Doç.
Dr. Zeki Karakaya, kendilerinin Oğuz, yani Türkmen olduklarını, bu bölgeye
ilk yerleşenlere Gazi Ömer Uşağı dendiğini (herhalde Ömerliler, ya da
Karaömeroğulları demek istiyor), bunlardan bir kısmının Kırşehir’e göç
ettiğini belirtiyor. Zeki Karakaya’nın verdiği bilginin bile şimdiye
kadar anlattıklarımla nasıl bağlantılı olduğunu görüyoruz.
ÜÇÜNCÜ KISIM
Pınarbaşı’nda da akrabalarımız
varmış. Bu ilçenin bir kısmı Avşar, bir kısmı Türkmendir. Sonradan buraya
Çerkezler de yerleştirilmiş. Dedemin amcası oğullarından Ali ve Hüseyin beyler Mengensofular'dan
oraya, akrabalarının yanına gitmişler. Bu aileye Pınarbaşı’nda Kışçılar derlermiş. Günümüze
ancak torunları kalmıştır.
Dedem bana çok şeyler
anlatırdı. Dedesi Hacı Mehmet’in de bir Türkmen Bey’i olduğunu, çevredeki bütün
Türkmen köylerin onu bey olarak tanıdıklarını söylerdi. Hatta Türkmen
köylerinin Uzunyayla’da Halep’e kadar uzanıp gittiğini de belirtirdi. “Bey
demek ağa demek değildir” derdi. “Bey sözü dilenir ve güvenilir kimsedir”
derdi. “Bey emanet edilen kişi demektir” derdi.
Dedem, “Avşarlarla Türkmenler birdir”
derdi. Ben bu sözü unutmadım. Araştırmacı olunca, tarihi sosyolojik konuları
araştırmaya başlayınca “Avşarlarla
Türkmenlerin bir” olduğunu belgelerle gördüm. Bilhassa Faruk Sümer hocamız
buna “Oğuzlar
(Türkmenler)“ kitabında dikkat çekmişti.
Dedemin küçük bir not
defteri vardı. Bu deftere Osmanlıca harflerle notlar alırdı. Ben 1973-1974 öğretim
yılında Dil ve Tarih,
Coğafya Fakültesi’nde,
Ortaşark Dilleri’nde,
Fars Dili ve Edebiyatı'nda okumuştum. Hocamız da Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğlu
idi. Derslerim çok iyi idi. Sınıfı ikmalle de olsa, not ortalamam 10 üzerinden
7 olarak geçmiştim ama, yeniden Üniversite imtihanına girip, kaydımı 1974
yılında Başkent İktisat
Akademi’ye aldırdım. O yıl Abdullah Çatlı da bu okula kaydını
yaptırmıştı. Site Yurdu’nda,
aynı katta beraber kaldık. Onunla 1978 yılından sonra bir gün bile görüşmek
nasip olmadı. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. O, Refah Partisi iktidara
gelince 1996 yılında Susurluk’ta
bir yargısız infaza kurban gitti. Nevşehirliydi. Sülalesi 1700'lü
yılların ilk çeyreğinde Kurt
Bey'den ayrılıp daha kuzey yönüne gitmişlerdi. Trablusgarp
kahramanlarından Kılıç
Mehmet de denilen Hacı
Mehmet 1925 yılında Nevşehir'e
yerleşmişti. Abdullah
Çatlı, onun torunuydu, 22 Ekim 1984'de Paris'te
yakalandığında üzerinde Hasan
Kurtoğlu adına düzenlenmiş bir pasaport vardı. Hayatı
hakkında verilen bir biyografide, "Sülalesi
en kalabalık Türkmenlerdendi" denmektedir. Demek ki, Çatlı bilerek ve
şuurlu olarak Kurtoğlu soyadını
kullanmıştı.
Bizim Nevşehir’de, Tuzkaya köyünde de
akrabalarımız vardır. İki teyzem de buraya, Tuzkan ve Tuzkaya
ailelerine gelin gitmişlerdi. Her birini yakından tanıyorum.
Dedemin küçük not defterinde eski harflerle
yazılmış bir şiir dikkatimi çekmişti. Sanırım 1983 yılıydı. 1980 yılında
Yedeksubay askerlik kararımı aldırdığım halde, 1983 yılında 4 aylık, kısa dönem
askerliğimi tamamlamıştım. Aklımda kaldığı kadar dört dörtlük şiirin son iki
dörtlüğü şöyleydi:
Türkmeni,
Avşar’ı kırmak isterler
Oklayıp
tüfenkle vurmak isterler
Ahret
suali mi?... Sormak isterler
Aktır
Hak katında yüzümüz bizim
Ceddimiz
gitti de, gelmez seferden
Bir
haber bile yok beşyüz neferden
Bastık
kaleyi de, sanki kafirden
Aldık
Dadaloğlu’m sözümüz bizim
Bu şiir Firuz oğlu Şahin Bey’in katıldığı
Avusturya Seferi’ne
işaret ettiği gibi, Elbistan
kalesinin basılıp, oranın alınmasına da değiniyordu. Ancak bu
şiiri Avşar beylerinden meşhur
Dadaloğlu yazmıştı. Çünkü son dörtlüğün dördüncü mısrasında
onun adı geçiyordu. Dedem bu şiiri kimden almış da, bu deftere yazmıştı. O
kadar zaman geçti, bu iki dörtlüğü unutmamışım. Yüksek Lisansı bitirdikten
sonra soyumuzu araştırmak istemiştim ama, nasip 2010-2011 yılınaymış.
Bunları yazdıktan
sonra aklıma Pınarbaşı’ndaki
akrabalarım geldi. Gerçi
Avşarlar da Türkmendi ama, boy adları ile anılmak bir kültürel
zenginlik kaynağını belirtmekteydi. Faruk
Sümer’in “Oğuzlar
(Türkmenler)“ kitabını karıştırmaya başladım ve aradığımı
buldum. Avşarlar
da 1690 yılındaki Avusturya
Seferi’ne iştirak etmişlerdi.
Gerçi bir yazımda Kurtfakıoğulları
demiştim ama, soyumuzun sülale adı Karaömeroğulları
imiş. Dedem istiklal madalyasını alırken de, bu sülale adı kullanılmış. Ömerliler diye de
söylenir. Şarkışla
nüfus kütüğünde adı geçen 1868 doğumlu Halil
İbrahim, dedemin babasıdır. Yine nüfustaki onun babası Hacı Memet’in
dedesi Çavuş
dedem, onun babası da Süleyman
Ka imiş. Dayım Ahmet
Öztoprak’a sordum, babası (yani Badruk Hasan dedemle, Üzeyr)
dedemle kardeş çocukları olurmuş. “Peki
Hacı Memet dedemin babası kim imiş” dedim. İlkin hatırlayamadım
dedi. Çünkü yaşlanmıştı. Sonra aklına gelmiş ki, “Selahattin” dedi. Kara Ömer Bey, Süleyman Ka’nın babası
olabilir miydi? Zannetmem. Dayım bir ara bir Çavuş dedemden daha söz etmişti.
a) Avusturya Seferi’ne iştirak eden Avşar beyleri
Faruk Sümer’e göre, 1690
yılındaki Avusturya
Seferi’ne çağrılan Avşar beyleri iki yüzü atlı, toplam beş yüz
kişi bu sefere iştirak etmişlerdir. Bu beyler şunlardır:
Recep oğlu Halil Bey
Recep oğlu Daana Murat Bey
Çerkez oğlu Hacı Mustafa Bey
Çerkez oğlu Ömer Bey
Deli Seyf oğlu Mire Muammer Bey
Bahri oğlu Himmet Bey
Kara Gündüz oğlu Kara Halil Kethüda
Hacı İvaz oğlu Dokuz İbrahim Bey
Kara Gündüz oğlu Murat Bey
Bunlar da seferden
dönebilmişler midir? O hususta bir bilgimiz yok. Yine Faruk Sümer’de, Avusturya Seferi’ne
iştirak eden Çerkez
oğlu Hacı Mustafa Bey,
Recep’in
torunu olarak gösterilir. O sayfada bir de soy kütüğü şeması var. Ancak bu
şemada Recep,
Kara Recep
olarak gösterilir. Hacı
Mustafa Bey ona bağlanmıştır. Çerkez adını ancak Arap Hasan’dan gelen
sülalede görüyoruz. Arap
Hasan’ın Ömer
Bey adlı bir de oğlu vardır. Bunlar altı kardeştir. Çerkez Ağa diye geçen
sonuncu torunun adı Ahmet
Yıldırım olarak belirtilmiş ki, muhtemelen bu XIX. Yüzyıl
sonlarında dünyaya gelmiştir. Şecere Arap Hasan’a kadar varır. O ise sefere
katılan Hacı Mustafa’nın
kardeşidir. Şecerede onun bir de İbrahim
Bey adlı kardeşini görmekteyiz. Verilen bilgiye göre, şecerede
görülen Arap Hasan’ın
oğlu Ömer Bey’den
başka, bir de Çerkez
oğlu Ömer Bey
vardır. Bu Ömer Bey, şecerede gördüğümüz Ömer
Bey’in amcası olabilir. Arap
Hasan’ın dördüncü nesil torunu Çerkez Bey’in 1856 yılında Avşar
beyi olduğu görülmektedir. Onun oğlu Hacı
Bey de 1865 yılında Avşarların başındadır.
Arap Hasan’ın oğlu, Ömer Bey’in kardeşi Bekir Bey’in 1712
yılında Receplü Avşar beyi olarak İstanbul’a
geldiğine dair bir kayıt görmekteyiz.
Çerkez Bey’in doğum tarihini
1780-1790 arası kabul edersek, onun babası Osman Bey’in doğum tarihi 1750-1760
yılları arasına denk düşer. Onun babası kim ise doğum tarihini
1720-1730 kabul ettiğimizde, oğlu Ali
Bey’in, yani Arap Hasan oğlu Ömer’in kardeşinin doğum tarihi de
1680-1690 arası olabilir. Bu bizim şecere, yani Karaömeroğulları’yla da
örtüşmektedir. Ali
Beğ kardeşlerin beşincisidir. Ancak Bekir Beğ, Ali Bey’den yaşça
büyüktür. Ömer Bey ortancalıları
olsa, doğum tarihi 1690-1700 olabilir.
1868 doğumlu Halil İbrahim’in
babasını Hacı Memet’i
1840-1850 yılları arası dünyaya gelmiş kabul edelim. Onun babası Selahattin’in
1810-1820 arası dünyaya geldiğini düşünürsek, onun babası Çavuş dedemiz
1780-1790 yıllarında dünyaya gelmiştir. Onun babası Süleyman Ka’nın da
1750-1760 yılları arasında dünyaya geldiğini kabul ettiğimizde, babası Çavuş dedemizin doğum
tarihi ancak 1720-1730 yılları arası olabilir. Bunun babasının doğum
tarihinin, kim ise 1690-1700 yılları arasına denk geldiğini görürüz.
Firuz Bey anlatılırken, Urmiye’ye doğru yola
çıkarken, atının üzerinden 6 aylık bir evladını, "Aman bu çocuğun hatırı için gitme, bak
yeni doğmuş bir sabi, senin evladın, torunun" diyen ve
ayaklarına sarılan aile efradına kızıp, kendisini uğurlayanlara attığı, çocuğun
yere düştüğü, çocuğun öldü sanıldığı, Bozkoyunluların Firuz Bey’e, "Sen nasıl bir atasın, işte çocuğu
öldürdün" dediği, buna sinirlenen Firuz Bey’in
kendisiyle beraber gelecek olan adamlarını alıp arkasına bile bakmadan yola
koyulduğu söylenir; oysa çocuk birkaç saat sonra gözlerini açmış; Firuz Bey’in peşinden
birkaç atlı gönderilmiş, çocuğun ölmediği söylenmiş ama, Firuz Bey inanmamış,
yoluna devam etmiştir. İşte bu çocuk, Kurt
Bey’in oğlu olabilir. Çünkü torun da evlat demektir. Kürkçüyurt ile Havuz köyleri arasında
Kurtoğlu
diye bir köy var. Herhalde bu köye o çocuktan dolayı söz konusu ad verilmiştir,
ancak çocuğun adı belli değildir ama, Kurt Karaca olabilir.
Üzeyir dedemin kardeşinin adı Ahmet’tir. Ona Çerkez Ahmet de
derler. Oysa bizim Çerkezlikle herhangi bir alakamız yoktur, nasıl ki
Avşarların Çerkezlikle bir alakalarının olmadığı gibi. Ama gördüğümüz gibi
onlarda da Çerkez isimliler
var. Çerkez Ahmet’in
bir oğlunun adı Hacı
Mehmet’tir. Almanya’da
işçi olarak çalışmış, para kazanmış ve gelip Mersin’e yerleşmiştir. Ona küçüklüğünden
beri Arap Hacı derler.
Bu sene başında vefat etti. Çok iyi biriydi. Oysa bizim Araplıkla her hangi bir
alakamız yoktur, nasıl ki Avşarların da sülalelerinin geldiği Arap Hasan’a bu ismi
koydukları halde, Araplıkla bir ilgilerinin olmadığı gibi.
Dedemin amcası, yani Hacı Memet’in oğlu Süleyman, ona Sülük de
derler, Halep’teki
akrabalarının düğününe davet edilir, gider. Orada düğünde silah atarken
yanlışlıkla birini vurur, adam ölür. Zaptiyeler tutuklamaya geldiğinde yanındakilerle
birlikte kaçarlar. Diğerleri Mengensofular’a
gelir, o Uzunyayla’da
Beyazköy’de
kalır ve evlenir. Bu köy bir Çerkez köyüdür. Dedem, yani annemin babası Badruk Hasan, Beyazköy’de dünyaya
gelir. 9 sene bu köyde kalırlar. Demek ki Üzeyr dedemin doğumuna yakın Mengensofular’a
dönerler. Süleyman’ın
adı ölen kardeşi Ahmet
olarak kütüğe geçer. Buna Sofu
Ahmet de derlermiş. Hasan
Dedem Çerkezceyi Beyazköy’de
öğrenmişti, ana dili gibi bilirdi. Kendisi o kadar badire atlatmasına rağmen
şimdi sağ olan Ahmet
dayıma, amcasının bu adından dolayı Sofu
Ahmet derler. Şimdi bütün bunlardan sonra esas konuya gelelim:
Sülalemizin geldiği Kara Ömer kimdir? O ya
Firuz Bey’in
oğlu Kurt Bey’in
evladıdır, ya da Kara
Recep’in, Arap
Hasan’dan torunu Ömer
Bey’dir. Firuz
Bey’in oğullarından, anladığım kadarı ile, ancak Kurt Bey,
XVIII. Yüzyıl’ın başında, yani 1700 yılında sağ kalmış.
Köylülerimizden Cücük Yusuf’un ve
diğer Koç sülalesi,
yani Bazoğulları'nın
şeceresi Kurt Fakı’ya
varıyor. Onlar kendilerine Kurtoğulları
da derler. Mengensofular.com ve Paşababa.com’daki soy ağacı biraz
karıştırılmış gibi. Bu da normaldir. Çünkü o kadar akrabayı bir yerlere
bağlamak kolay mı? Gerçi oradaki isimler doğru, bunlar için bir şey söylenemez.
Geldikleri sülalede, Cücük
Yusuf'tan ayrı bir kolda bir Hacı Mehmet var, onun babasının adı da Selahattin. Eğer bu Hacı Mehmet, Cücük Yusuf ile
kardeşse mesele yok; iş oldukça kolaylaşır.
Seyit Koç’un dedesi Şıh Yusuf, yani Cücük Yusuf, Üzeyir Dedem'le yaşıt.
Onun babası Ali Mehmet
1872 doğumlu. Buna göre Cücük
Yusuf’la ceddimiz
Hacı Memet’le arasında iki üç yaş var. Soyağacında Cücük Yusuf, nedense
götürülmüş, Kurt Fakı’nın
torunu Kurt Fakı’ya
bağlanmış. Kurtoğulları’nın
Selahattin
de direk Hacı Ka’ya
bağlanmış. Arada bir eksiklik var. O Hacı
Ka, bizim ceddimiz Süleyman
Ka olabilir. Kurtoğulları’ndaki
eksiklik de Çavuş dedemiz...
Kurtoğulları’ndaki Hacı Ka’nın babası Eflak Osman, asıl Kurt Fakı’ya
bağlanmış. Peki o zaman sülalemize adını veren Kara Ömer kim? Tahminim bu Çavuş dedemizin, yani Eflak Osman’ın
babasından başkası değil. Çünkü Kurtoğulları şeceresinde Eflak Osman’ın bir
kardeşi var ama, buna Sofu
Ahmet denmiş; ancak doğru olmayabilir. Çünkü Ahmet Sofu alelacele, Koçlar'ın diğer bir
kolundan çıkarılan (aynı Cücük Yusuf gibi, uzatılan) bir okla ikinci Kurt Fakı'ya
bağlanmış, o da öyle... Yalnız onun oğlu ve torunu, hatta onun oğlu Koç soyadı taşıyor.
Soyadı kanunu inkılaplardan sonra verildi. Daha önce bu soy adı yoktu. Deli Mamo, Ahmet Sofu'nun oğlu.
Onun oğlu Ali Koç.
Bu normal. Çünkü 1900 ve bu yıldan sonra doğanlar soyadı kanunu ile
soyadı alabiliyorlardı. Ömer
emmi,
Ali Koç'un oğlu. O da Ali
Koç'un babası. 1951 doğumlu Turan Koç, bu Ali Koç'un oğlu olarak
belirtilmiş. Arada Ömer
emmi olmayabilir. Ali
Koç da iki değil, bir tane; o da Deli Mamo'nun oğlu Ali Koç. Bu şahıs
kanaatim 1890'lı yıllardan birinde dünyaya gelmiş.
Görünüyor ki, Ahmet Sofu XIX. Yüzyıl'ın ikinci
yarısında yaşamış. Bu şahıs Hasan
dedemin babasının ölen kardeşi Sofu Ahmet olabilir. Ancak durum
onu gösteriyor ki, Eflak
Osman'ın bir kardeşi var. Bu kardeş bizim Hacı Süleyman Ka’nın
babası Çavuş dedemiz
midir?. Demek ki Kara
Ömer hem Eflak
Osman’ın hem de Çavuş
dedemizin babası diyeceğim ama...
b) Dadaloğlu
Kalıyor işin son
düğüm noktası. Nasıl oluyor da Dadaloğlu
mahlasının geçtiği şiirde bir kalenin basılıp, onlara düşman muamelesinin
yapıldığı? Buradan şunu ileri sürebiliriz:
Türkmenlerin 1698
yılındaki Elbistan
kalesine düzenledikleri baskında Avşarlar da rol almış olabilir. Çünkü Halep valisi Yusuf Paşa
iskana tabi tutulan Yeni
İl göçerlerini baskı altına almış, onlar yaz gelince
yaylaklarına, yani Uzunyayla’ya
çıkmak istemiş, Yusuf
Paşa buna mani olmuş, Türkmenler Osmanlıya isyan edince Avşarlar da onlarla
birlik olmuş. Bunun başka izahı yok.
Ortadoğu gazetesinde beraber
çalıştığımız, ondan önce arada sırada görüşüp konuştuğumuz Tahir Kutsi Makal’ın
Dadaloğlu kitabında Dadaloğlu’nun doğum tarihi 1785 olarak verilir ve
1868 yılında öldüğü belirtilir. Diğer kaynaklarda onun Fırka-i İslahiye
döneminde yaşadığı söylenir. Bazı şiirlerinde o dönemde yaşayan ve söz konusu
düzenlemeyi yapan paşaların ismi geçer. T.
K. Makal, Dadaloğlu’nun
ismini Veli,
babasının adını Dadaloğlu
Aşık Musa olarak vermiş. Yani Dadaloğlu’nun kendisi ve babası
da ozan ve Dadaloğlu
mahlasını kullanıyorlar. Onun bir şiirinde şöyle deniyor:
“Aslımı sorarsan
Avşar soyundan
Ayrı düştüm
aşiretimden beyimden
Pınarbaşı’nda da beş yüz
evinden
Çıkıp beşyüz cana
kıyanlardanım”
Deyişteki bu sözler
onun Avusturya Seferi’nden
ve Elbistan
kalesi baskınından açık açık, yorumsuz ve tevilsiz bahsettiğini gösterir. Belki
de o söz konusu baskında bulunmuştur. O bulunmamış ise de aynen kendisi gibi Dadaloğlu mahlasını
kullanan dedesinin babası bulunmuştur.
Daha önce iki
dörtlüğünü verdiğim şiir, her nasılsa Üzeyir
Dedem’e kadar
ulaşmış, o da bu şiiri dört dörtlük olarak not defterine kaydetmiş. Çünkü Avşarlar ile Türkmenler arasında
çok yakın ilişki var. Hemen hemen birdirler. Kara Recep’ten gelen Arap Hasanlar bilhassa
Tomarza’nın
Toklar
ve Pınarbaşı’nın
Pazarören’de
yerleşikler. Hatta Pınarbaşı’nın
merkezinde de Kara
Recepler'den var. Eğer Bazoğulları
denen Kurtoğulları’ndaki
Selahattin
oğlu Hacı Mehmet,
bizim yani Karaömeroğulları’ndaki
Selahattin
oğlu Hacı Memet,
ya da şöyle diyelim; Kurtoğulları'ndaki
Hacı Ka,
Karaömeroğulları'ndan
Süleyman Ka
değilse, bizim sülale o zaman demek ki varıp Avşarlar'a, Arap Hasan’ın oğlu Ömer Bey’e dayanıyor.
Bu nedenle her ihtimali göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü Üzeyir dedem,
Uzunyayla’daki en az 10-15 köyün, hatta 20 köyün beyiydi. Beyler emanete
hıyanet etmezdi. 1980 yılına kadar Türkiye’de
döviz kayıt altına alınırdı. Bankaya yatırılınca bundan vergi keserlerdi. O
nedenle Avrupa’da
çalışan Türkmenler
memlekete gelince dövizlerini, yani Marklarını dedeme emanet olarak verirlerdi.
Dedem de onların bu parasını sahipleri gelip istediklerinde tastamam
kendilerine teslim ederdi. Beylik bizde soydan gelirdi.
DÖRDÜNCÜ KISIM
Beğdililerin ilk beyi Harzemşahlar hükümdarı Atsız
Bey’in dedesi Anuş Tigin’dir. Bunu İlhanlı tarihçilerinden Reşidettin
belirtmektedir. Türklerin Ergenekon Destanı’ndan ilk haber veren tarihçi
odur. Bu nedenle biz Reşidettin ve onun "Camiü’t-Tevarih"
adlı eserine çok şeyler borçluyuz. Prof. Dr. Faruk Sümer, "Türk
Devletleri Tarihinde Şahıs Adları" adlı iki ciltlik eserinde "Büyük
Selçuklularda Şahıs Adları"ndan bahsederken Anuş Tigin
için, o Alparslan ve Melikşah’ın en büyük emirlerinden Gümüştekin
Bilge’nin Gorcistan (Garcistan)’lı bir Türk memlüküydü, "Harzemşahlar
Devleti’nde Türkçe Adlar"dan bahsederken de, “Onun Oğuzların
Beğdili boyundan olduğuna dair Camiü’t-Tevarih’teki sözlere inanmak, asla
mümkün değildir” der. Faruk Sümer bu bilgiyi Muhammed
el-Munşi en-Nesevi’nin "Siyretü Sultan Celalettin"
adlı eserine göre verir. Ancak söz konusu eserde Anuş Tekin’in
Beğdililerin beyi olmadığına dair bir bilgi yer almaz. Çünkü en-Nesevi, Reşidettin’in
gençlik yıllarında vefat etmiştir. Faruk Sümer, söz konusu kesin kanaate
nereden varmış, bilmiyoruz. Oysa bilimde, hele ki tarihi ya da sosyolojik
araştırmalarda kesinlik söz konusu olamaz. Çünkü, Reşidettin’in "Camiü’t-Tevarih"
eseriyle En-Nesevi'nin “Siyretü Sultan Celalettin” adlı eseri
arasında 50-60 yıllık bir fark bile olmamasına rağmen, belge belgedir. F.
Sümer anlamayabilir ama, bir başka araştırmacı anlar. Sakın, Garcistan
(Gorcistan)’la Gürcistan’ı kimse birbirine karıştırmasın, Garca
denmesini de kimse Gürcü zannetmesin. Çünkü o zamanlar Gürcistan ve
Gürcü adı yoktu. Bu adlar çok daha sonra verilmiştir.
Gelelim Anuş Tekin’in Gümüştekin
Bilge Bey’in kölesi olduğuna. Bu kölelik mevzuu da tartışmalıdır. Çünkü
Tekin adını Göktürk, Gazneli ve Selçuklu bey sülalelerinden başka biri
taşıyamaz. Hele ki bir köle hiç taşıyamaz. Şimdi biri çıkacak diyecek ki, peki
Memlüklüler ne oluyor? Memlükün ya da Memlüklerin ne olduğunu, nereden
geldiğini bilen biri asla bu soruyu sormaz. Çünkü Memlükler Türkistan’dan,
Horasan’dan, Azerbaycan’daki Türk topraklarından Araplar
tarafından tutsak alınan Türk gençleri veya Türk çocuklarıydı. Bunların bir
kısmı da hükümdar ve bey sülalesinden geliyordu. Hükümdar ve bey sülalesinden
gelenler Tekin adını alabilir, ya da taşıyabilirler. F. Sümer’in bunu
bilmemesine imkan yok. Memlük olmak o kişinin bey olmasına engel değil. Kim
bilir memlüklüğü söz konusu tarihçimiz Beğdililerin ilk çıkış beyi olmaya bir
engel olarak görmüştür ama, onun şahsi fikri beni, ya da araştırmacıları
bağlamaz.
Memlüklerden İhşidler var. Bunu biliyoruz. İhşid adı
Akşit’ten gelir. Akşit de Semerkant hükümdarı Akşit Oğuzbek’ten
başkası değildir. Akşit isimdir. Onun oğlu Muhtar Oğuzbek vardır ki,
babasının 712 ya da 713 yılında öldürülmesiyle Semerkant hükümdarı
olmuştur. Demek ki, bunlar herhangi bir nedenle Abbasiler’de askerlik
görevi almış, zamanla yükselerek Suriye ve Mısır’da İhşidler
Devleti’ni kurmuşlardır. Memlük, Araplarda sırf köle anlamına gelmez, Arap
ve Acemler’in dışındakileri, bilhassa askerlik ve halifelik hizmetindeki
Türklere verilen addı.
Türklerde Araplardaki gibi kölelik müessesi
yoktu. Anuş Tekin’e Melikşah’ın İbrikçibaşısı deniyor.
İbrikçibaşı, saraydaki hizmetçileri organize eden kişiye verilen bir addır.
İbrikçibaşı illa eline ibriği alıp da hükümdarın eline su dökmez. Dökse bile ne
olur ki… Zaten bütün beyler, kumandanlar hükümdarın hizmetçisi değil mi? Bunda
aşağılanacak herhangi bir durum yok. Ben şahsen böyle düşünüyorum.
Reşidettin’i kaynak aldığımızda; Anuş Tekin,
Beğdili’lerin geldiği ilk belirli şahsiyet olduğuna göre, demek ki bu
bey bir Türkmen. Beğdili, beyce konuşan anlamına geldiği gibi, bey
gönüllü anlamına da gelebilir. Çünkü “dil” kelimesi Farsçada gönüllü demektir.
Beğdili de bey gönüllüsü demektir. Peki, Türkmenlerde Anadolu fethine
katılan gönüllüler kimlerdir? Bunları herhangi bir Selçuklu kumandanının
veyahut komutanın emrinde hareket etmemiş kabul ettiğimizde, gerçekten de öyle,
karşımıza -1041-1042 yıllarında Urmiye gölü kıyısında, Buka
(Kızılboğa) Bey’e bağlı bin çadır, Göktaş Bey’e bağlı bin çadır, Yağmur
oğlu Bögi (Alp)'a bağlı bin çadır, Anasıoğlu ve Oğuzoğlu
Mansur’a bağlı bin çadır- toplam 4 bin çadır olan ve Hakkari’den Anadolu’ya
giren Türkmenler çıkar.
Türkmenler ilkin Yağmur Bey’e
bağlıydılar. Bunlara Arslan Yabgu'dan dolayı Yubgulu Türkmenleri
de diyorlardı. Onun ölümüyle Kızıl Bey’i lider seçtiler. Onun 1041
yılında ölümüyle Buka, yani Kızılboğa liderliğe getirildi, yani bey
oldu. Kızılboğa’nın 1045, aslında 1047 yılında bir gece Irak’tan
gelen Buhevhoğulları’na mensup ordu tarafından Diyarbakır
kalesine girilip öldürülmesiyle, beylik Anasıoğlu Tekin’e geçti.
Osmanlıların sülalesi Kızılboğa’ya kadar getirilir, ondan Oğuzhan ve Karahan’a
kadar gider.
Söz konusu Türkmen beylerin çadır sayısını
belirten F. Sümer, maalesef Anısoğlu ile Boga
(Kızılboğa)’nın birbirini bir bıçak düellosu sonucu öldürdüğünü söyler, ama bu Mükrimin
Halil Yinanç'ın 1944 baskılı Selçuklular Devri (Anadolu'nun Fethi),
Prof. Dr. Ali Sevim’in "Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi"
adlı araştırma eserlerine göre, doğru değildir.
Boga, Anasıoğlu, Göktaş, Bögi
ve Oğuzoğlu Mansur’dan vakayinamesinde bahseden Urfalı Mateos bile, bir yerde, 1062 yılından bahsederken Saluri
Horasan, Cemceme ve İsulu Bey’lerden söz eder; bunların Diyarbakır'ın
Mervani beyi Nasr’dan yardım alıp Fırat havzasına kadar Ergani’den
fetihlere başladıklarını belirtir. Bundan aynen söz eden Ali Sevim,
eserinde İsulu isminin karşısına bir parantez açıp Anasıoğlu yazmış.
Bir Faruk Sümer nasıl bir bilim adamı ve araştırmacıysa, M. H. Yinanç
ve Ali Sevim de birer unvan sahibi araştırmacı.
İsulu adı Diyarbakır çevresinde birkaç
yüzyıldır, hatta şimdi bile İzoli ya da İzolu olarak geçer;
bunların bir kısmı, yüz iki yüz yıldır Kürtçe konuşsa bile, kendilerini Türkmen
olarak bilirler. Anadolu içlerinde İsulu adı halen vardır; Silo
da derler (Süleyman ismini bu nedenle daha çok tercih etmiş olabilirler),
kullananlar da bir kelime Kürtçe bilmedikleri gibi Kürt değil, Türkmendir. Anasıoğlu
adından bahseden F. Sümer, bu adı yerine göre Gızoğlu ya da Oğuzoğlu
diye de yazmış. İtirazımız yok. Onun bu yazdığı doğru olabilir. Ancak çoğu
fikrinin doğru olması bir iki fikrinin de yanlış olmayacağı anlamına gelmez.
Zaten Oğuzoğlu Mansur, Anasıoğlu Tekin’in kardeşidir.
a) Yedi Kardeşler
Şarkışla’da Yedi tepe üzerinde yatan Yedi
kardeş hikayesi, efsanesi meşhurdur. İlçemizin her köyü de bu efsaneyi bilir ve
kendi çevrelerine mal eder. Şimdi bile kendilerini Türkmen olarak addedenler, Şarkışla’nın
güneyi, güneydoğusu ve güneybatısında, kısmen kuzeyinde, kısmen de batısında
yerleşiktirler. İlçemizin diğer köyleri de arada sırada Türkmeniz derler ama,
bizim köyler kadar değil.
Şarkışla’nın güneyinde, Osmanpınar
köyünün hemen üzerinde, bu köyle bizim köy, yani Mengensofular arasında Ziyaret
denilen bir tepe var. Bu tepenin üzerinde Yedi kardeşlerden biri yatar. Yedi
kardeşin yedisinin de ayrı bir tepede yattığı, onların bu tepe üzerlerinde
şehit düştükleri söylenir. Türkmenler her yıl gelir, bu tepenin üzerinde dua
okurlar, dilek tutarlar. Hatta yağmur duası için bile buraya çıktıkları olur.
Dualar yapılır; gerçekten de yağmur yağar.
Ziyaret Tepesi’ne çocukluk
döneminde birkaç defa çıkmıştım. Bundan 10-15 yıl kadar önce bile memlekete
gittiğimde yine çıkmıştım. Ziyaret Tepesi hakkında, şehit düşen Yedi
kardeş hakkında Türkmenler, çevre köylüler çok şeyler anlatırlar.
Eskiden Şarkışla'ya bağlıydı, şimdi Gemerek'e
bağlı, Bulhasan köyü internet sitesinde, "Köy sınırları içinde
yer alan Ziyaret dağı adı verilen dağda metfun bulunan zatın yedi kardeşi
vardır. Yedi kardeş Afganistan’ın Kuzeydoğusunda yer alan Bulhasan adı verilen
bölgeden gelmişlerdir. Yedi kardeşin tamamı, yapılan bir savaşta şehit olurlar
ve cenazeleri birbirini görür konumdaki yedi ayrı dağa defnedilir. Ziyaret
dağında metfun bulunan zatın adının da Bulhasan Devletlû olduğu, köyün adının
da buradan geldiği diğer bir rivayettir" diye belirtilir.
Kuzey Afganistan dahil, Özbekistan'ın
güneybatısını da içine alan ve Türkmenistan'a kadar uzanan kısma çok
eskiden Gorcisatan (Garcistan) derlerdi. Burası Horasan'a
dahildi. Bulhasan köylüleri, kendilerini Oğuz'un İlbeyli Türkmenleri'nden olduklarını, bu köye XVIII.
Yüzyıl'da konar göçerlikten yerleştiklerini söylerler. F. Sümer'e göre İlbeyliler
de Beğdili'ye, yani Halep Türkmenleri'ne bağlıdırlar. Beğdililer’in
ilk beyi Anuş Tigin'in de Horasan'ın Gorcistan bölgesinden
olduğunu göz önünde tuttuğumuzda, taşlar yerine oturur ve Reşidettin
haklılık payı kazanır.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun köyü Elmalı'da
da Yedi Kardeş Efsanesi'nden ve Ziyaret Tepesi'nden söz edilir,
bu kardeşlerden birinin Kara Baba olduğunu, yedi kardeşin Horasan'dan
Bizanslılar ile savaşmak için geldiklerini belirtilir. Oysa Elmalı köyü
Şarkışla'nın kuzeydoğusuna, Bulhasan köyü de batısına,
Kızılırmak tarafına düşer. Resimdeki gibi, Şarkışla'nın Topakkale'den
çekilen fotoğrafta, tam karşıda görülen Ziyaret Tepesi de, güneye düşer
ve Mengensofular'a giderken doğusunda yer alır. Bu Türkmen kültürü
ilçemizin % 90 her köyünde vardır. Hatta Gümüşhane'nin Köse
ilçesi Bizgili köyünde de Yedi kardeş efsanesi ve Ziyaret
Tepesi'nden söz ederler.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun sülalesine Kızıllar
derler. Onun köylüsü Musa Türkoğlu, kendilerinin de Halep
Türkmenlerinden olduklarını, cedlerine Kızıl Bey dendiğini söylemektedir. Uzunyayla'daki Türkmenlerde de Kızıllar,
ya da Kızıloğulları sülalesi vardır. Mustafa Kemal Atatürk bile, Rumeli'ye
Anadolu'dan çok önceleri göçen Kızıllar sülalesindendir. Onun
sülalesine Kızıloğulları da derler. Kızıl adı Kızılboğa'nın
ya da Boga'nın babası, 1040 yılında, Dandanekan Meydan Muharebesi'nden
sonra vefat eden Kızıl Bey'den gelir.
Şöyle deyim:
1000 yılını Kameri hesaba vurur isek,
karşımıza 1040’lı yılların hemen hemen başlangıcı, 1041 yılı çıkar. İçinde
bulunduğumuz yıl, yani 2011 yılı Türkmenlerin Urumiye gölü kıyısında
toplanmaları ve Anadolu’ya Hakkari’den giriş yapmalarının kameri
milenyum yıl dönümü.
Mükrimin Halil Yinanç, İbn al-Athir ve
İbn Arzak'ı kaynak gösterir. Der ki: Bu iki eser birlikte dikkate
alınmadıktan sonra düğüm çözülmez. Evet, o bu konuda haklıdır. F.
Sümer, İbn Arzak'ı dikkate almış, İbn al-Athir'i es geçmiş
olabilir.
M. H. Yinanç'ın verdiği bilgilere
göre, Diyarbakır’ın iktası 1045 yılında Tuğrul Bey
tarafından Buka’ya, yani Kızılboğa’ya
ve Anasıoğlu Tekin liderliğindeki Türkmenlere verilmiş. Aynı yıl Diyarbakır'ın
Mervani beyi Nasr kaleyi boşaltıp Silvan’a çekilmiş. Kızılboğa
bahsettiğimiz gibi, bir gece Diyarbakır kalesindeyken Araplar'ın
baskını ile 1047 yılında şehit düşmüş.
Diyarbakır kalesinin meşhur “Yedi Kardeş
Burcu” var. Bu burç, Dicle tarafına değil de Mardin tarafına
bakar. Saldırılarda ilk ulaşılacak burçtur. Buhevhoğulları'nın, veya
onlara destek için gelen Silvan Mervanileri'nin geldiği yön hesaba
katılır ise, gece baskınının bu burca yakın bir kapı veya duvardan gerçekleşmiş
olma ihtimali yüksek. Yedi Kardeşler Burcu'nda baskını
gerçekleştirenlere karşı çok sıkı bir çarpışma gerçekleşmiş ki, Yedi
Kardeşler Burcu günümüze kadar gelmiş. Şimdi bile o yere Yedi Kardeş
Burcu denir. Yedi kardeş orada şehit düştüler veya Anasıoğlu Tekin
gibi bir yolunu bulup kurtuldular, her şey olabilir. Yahut da Diyarbakır kalesinde
de, Şarkışla’nın güney, güneydoğu ve güneybatı tepelerinde, hatta Elmalı
ve Bulhasan köyü çevresinde de yedi kardeşin biri veyahut birkaçı
şehit düşmüş, yedi kardeşin diğerleri sağ kalmış bile olabilir ama, burada
vurgulanan yedi kardeşin her biri bir çarpışmanın içinde yer almış, boğaz
boğaza düşmanla mücadele etmişlerdir.
1071’den önce 1067 yılında Afşin Bey’in,
Malatya'dan Şarkışla tarafına Balıklıtohma çayını izleyerek
geldiği, sonra Kayseri üzerine yürüyüp bu şehrin kalesini fethettiğine
dair bilgileri var. Belgeler açıklar. Bu bey, Anadolu’yu Erzurum’dan
Eskişehir’e kadar birkaç defa kat eden meşhur komutandır. 1060’lı
yılların başında da Sivas’a doğru da bir Selçuklu akını var. Bunu Taylu Danişment Gazi yapmış,
hatta Sivas’ı yerle bir etmiş. Daha sonra, herhalde Malazgirt Meydan
Muharebesi’nden sonra Erzincan, Sivas, Tokat şehirlerinin ve
kalelerinin tamamen Selçuklu sınırlarına dahil edilmiş görüyoruz.
Sivas’ta, bilhassa Şarkışla’da düşmanla,
yani Hıristiyanlar ile bundan sonra pek muharebe olmamış. Olmuşsa ancak
Babailer isyanından sonra, 1243 yılında Moğollar'la Selçuklular arasında
olmuştur. Aşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş Bey’in
Kayseri Sivas arasında, yani Şarkışla'da vefatına değinir. Bu
normal bir ölüm değildir, öldürülmedir ama, nasıl olmuş bilmiyoruz. Yazımızda
belirttiğimiz gibi, Şarkışla’nın birçok köyünde türbe ve yatırlar
vardır. Bu türbe ve yatırların bir kısmı 1243 yılından itibaren Moğollar tarafından
öldürülen Türkmenler'e aittir.
Yedi kardeşin şehit düştükleri her tepenin
birbiriyle arasında birkaç km. bulunur. Bazen bu mesafe 4-5 km.’ye kadar çıkar.
Ziyaret Tepesi'nde Cuma akşamları bir ışık göründüğü söylenir. Bu tuhaf
bir ışıktır. Eskiden burada bir türbe bulunduğu da söylenir ama, şimdi herhangi
bir iz yok. Yalnız yığılmış bir taş yığını vardır, yer mezarı andırır. Aynısı
diğer tepelerde de bulunur. Mesela, Arap Dede tepesinde bir türbe
vardır. İster Ziyaret tepesine, isterse Arapdede türbesine, hatta
Kara Baba türbesine daha çok Türkmenler gelir, onlar yedi kardeşin şehit
düşmesini muhayyelelerinde canlandırarak anlatırlar. Kimi hastalığı varsa, kimi
evlenmemiş evde kalmışsa, şifa bulmak ya da dilek dilemek için buralara gelir.
b) Türkmenlerde Çoban Kültürü
Türkmenler, 1041 yılından beri keçi
beslerler, koyun beslerler, sığır beslerler. Yani çobanlık, kameri bin milenyum
yıl boyunca onların vazgeçilmez mesleklerinden biridir. Zamanla sürüsü çok olan
kendi yaymayıp güvenilir başkalarına yaydırmaya başlamış olabilir, olmuştur da…
Bu inkar edilemez. Çünkü aileden savaşlara gidenler olmuş, ya da sürülerinin
yaylımına tek başına, ya da ailecek güç yetirilemez olmuş… vesaire, çeşitli
nedenler… Çobanlar pek dışarıdan tutulmaz, yine tanıdıklardan, aynı obadan,
aynı oymaktan, aynı boydan da olabilir.
Eskiden köyümüzde, çevre Türkmen köylerinde
bir gelenek vardı. Kasım ayında koç katımı olur, herkes evinde kaç koyunu varsa
kendisi yayardı. Belli bir süre yaydıktan sonra tekrar sürüye katıp çobana
teslim ederdi. Bundan sonra yüz gün beklenir, bu süre içinde kuzu ana karnında
tüylenmeye başlar, köy halkı da ümitle kuzuların doğmasını beklerdi. Çünkü tek
geçim kaynakları tarım ve hayvancılık… Kışın odalarda toplanılır, herkes hayal
kurardı. İşte bizim yirmi koyun var, on beşi kuzularsa otuz beş olur. Bunun beş
tanesi erkek olsa satar, evin ihtiyacını karşılarım gibi hayallerdi
düşündükleri. Yüz gün geçip Mart ayı girdiğinde çobanlara yardım amacı ile
bulgur, un; buğday, yani yarma, varsa mercimek, fasulye, nohut toplanır, bu iş
de nevruz günü yapılırdı. Böylece çobanların yaylım boyunca yiyeceği
sağlanmış olurdu ki, bunun da bir manisi vardır. Bazen kimi çevre ve kimi köy
çobanlarının bu toplanan yiyecek maddelerini satıp kazandıkları parayı
aralarında paylaştıkları da olur. Yani her yöreye göre bir değişiklik vardır.
Yalnız bu gelenek yılda iki defa
düzenlenirmiş. Birincisi Güz mevsiminde, ikincisi Bahar mevsimi girerken.
Birincisinde toplanan yiyecekler bir yerde bir araya getirilip, pilav, çorba,
etli yemek, tatlılarla donatılmış sofra kurulur, oturulup yenir, kalan çobanlar
arasında bölüştürülür; ikincisinde de aynısı yapılırmış.
Bizim köyde de eskiden çobanlar için
düzenlenen gelenek bahsettiğimiz gibiydi ama, Sıyırmalı, Sarıkaya
ve Abdurahmanlar'da da benzer gelenekler varmış. Sıyırmalı köyünden
Selam diye biri vardı (Ali İhsan Gültekin’in kaynı). O, köy halkını toplar,
etraf köylere de haber salar, bunlar Sıyırmalı’da bir araya
gelirler.
"Arkadaşlar Sofularlılar böyle şeyleri
sever, gidip oradan da bulgur-un toplayıp çobanlara verelim" diye karar
alırlar. Bir de başkan seçerler, başkan yani seyilcibaşı, Selam olur.
Yola düşerler, kalenin dibinden çıkınca köylü
bir bakar, çok büyük bir kalabalık geliyor, acayip kılıklar içinde: kimi koyun
postuna sarınmış, kimi keçi postuna sarınmış, kimi sırtına hayvan, yani dana
derisi geçirmiş, kimi ayı postuna bürünmüş, kimi sırtına kurt postu geçirmiş,
kimi başına koç, keçi ya da öküz boynuzları takmış, kimi kurt başını kafasının
üstüne koymuş, kimi kafasının kenarlarına geyik boynuzları bağlamış… Kimi
çenesine uzun bir sakal takmış... Kafilede kadınlar da var, kimi yüzüne kazan
karası sürmüş, Arap bacı olmuş, kimi cadı kılığına girmiş. Mengensofular’da
da eskiden böyle kılıktan kılığa girme geleneği varmış ama, kılık kıyafet
devriminden sonra herhalde terk etmiş olacaklar. Bir de işin içinde 1960
ihtilali olunca. Çünkü bizim köy Şarkışla’ya, hükümete daha yakındı.
Belki bir şikayet vuku bulmuş, Kaymakam ve Jandarma komutanı yasaklamıştır,
belki de dindar bir cami hocasının veyahut okul öğretmeninin bu geleneğe karşı
çıkması gibi bir başka sebeptendir.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Bu olayın meydana gelmesinden sonra Mengensofular
bir daha onmadı. Çünkü bin yıldır, belki de iki-üç bin yıldır süren bir gelenek
çiğnenmiş, üstelik geleneği yürütenlere dayak atılmıştı. Olayı dediğimiz gibi
dini bütün bir hoca ya da medeniyet havarisi kesilen bir öğretmen de başlatmış;
onların sözüyle gençler bir anda galeyana gelmiş olabilir; ancak durum yine de
bu kadar geniş bir boyutta olmaz. Demek ki, biz köyde 1960 yılına kadar
bu gelenek en az 25-30 yıldır yapılmamış, yani köylünün yaşlıları, yani
aksakalları dışında çoğu bilmemiş olacak.
Kuluncak'ın Sofular beldesinde
yayınlanan videoda söz konusu geleneği, canlandıran köylüleri görmüştüm. O
videoyu çok aradım ama, bulamadım, daha önce dediğim gibi köyün sayfasından
silinmiş. Ben ne kadar kaldırılmış desem de, bu gelenek belki Sofular
köyünde halen devam ettirilmektedir; öğrenmek gerek. Oyunun, açık hava halk
tiyatrosunun adı "Saya Oyunu".
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Kanuni zamanında Sokullu Mehmet Paşa’nın
askerlerinin Erzincan’a
girişindeki görüntü bir tarihçi tarafından şöyle anlatılmış:
Başlarında kurt başı, sırtlarında kurt postu,
elleri kurt pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında ayı başı, sırtlarında
ayı kürkü, elleri ayı pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzları
olan öküz başı, sırtlarında öküz postu, elleri öküz pençeli; bir kısmı böyle
geçti. Başlarında boynuzlu koç başı, sırtlarında yünlü koç derisi, elleri koç
pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Başlarında geyik başı, sırtlarında geyik
derisi, elleri geyik pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Bunların peşinden
Yeniçeriler ve Sipahiler… Peki bu, söz konusu resmi geçit bahsettiğim dövülme,
kovalama olayındaki gibi değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum? Meydana gelen
resmi geçit, XVI. Yüzyıl ortalarında meydana gelmiştir.
Beğdili, ya da Bozkoyunlu Türkmenleri araştırırken F. Sümer bunları XIII.
Yüzyıl’a kadar götürüyor, haklarında bilgiler veriyor; bunu yazımızın
birinci kısmında gördük.
Ya XII. Yüzyıl, ya XI. Yüzyıl.
Beğdili, yani Bozkoyunlu Türkmenleri XIII.
Yüzyıl’da kesin olarak var. Kendilerine Uzunyayla’da üç konak, yani
yaylım yer edinmişler, “Birinci oba Devetaş denilen yerde, ikincisi Bozüyük,
üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş” dendiği gibi. Şarkışla’nın
Uzunyayla Türkmenleri dışında, Kızılırmak tarafına yakın köylerde bile
anlatılanlara bakılırsa, Türkmenler 1243 yılında Moğollara karşı koymuşlar. Arap
Dede, Kara Baba… bunlardan. Her biri evliya mertebesine çıkarılmış,
yatırları, türbeleri de var. Türkmenler bile bunları anlatırlar, mesela Arap
Dede, Türkmenlerden.
Demek ki, Türkmenlerin Şarkışla ve Uzunyayla’ya
gelmeleri ve konar göçer de olsa, yerleşmeleri XIII. Yüzyıl’dan önce.
XII. Yüzyıl Haçlı Seferleri’nin büyük bir
hızla devam ettiği bir dönem. Türkmen beylerinden Selahattin Eyyubi bu
dönemde yaşamış. İkinci Kılıçarslan’lar bile bu dönemde. Selçuklu
hükümdarları, Zengi ve Eyyubi hükümdarları Haçlılara karşı eli
silah tutan Türkmen gençlerini istihdam etmişler. Hatta Anuş Tekin'in oğlu
Kutbettin Muhammet tarafından Harzemşahlar Devleti, Maveraünnehir ve
Horasan'daki Beğdililer tarafından tam bağımsız olarak kurulmuş.
Dönem sanki bir kıyameti, ya da mahşeri andırır halde. Böyle bir zamanda
savaşlardan başka bir şey konuşulmaz ve yazılmaz.
Ya XI. Yüzyıl?...
Ya XI. Yüzyıl?...
Demek ki bu yerleşimi de, 1041 yılında Urmiye
gölü kıyısında toplanıp Hakkari’den Anadolu topraklarına adım atan 4 bin çadır
gönüllü Türkmenin belki 100-200, belki de 1000-2000 çadırlık kısmı
gerçekleştirmiş. Ancak söz konusu yerleşme 1060 yıllarından önce olamaz. Elmalı
köylülerinin Yedi kardeş ve Ziyaret tepesiyle ilgili bilgi
verirlerken dedikleri gibi, bu Türkmenler Bizanslılarla savaşmak için
Horasan'dan kalkıp gelmişler.
Kurt, çoban kültüründe çok önemli bir yer
tutar. Besicilikle uğraşan köylüler, daha doğrusu çobanlar kurdu sanki bir
totem kabul ederler. Bu putçuluk demek değildir. Hayvanlarına zarar gelmemesi
içindir. Atalar, “Mal canın yongası” demiş; bunu boşuna dememişler. “Kurt
ağzı bağlamak” ne demektir, ben 15-16 yaşlarındayken, söz konusu bağlamanın
Şarkışla’da yapıldığını biliyordum. Gerçekten de kurt ağzı bağlandıktan
sonra kaybolan koyun veya kuzu, veyahut sığır sapasağlam bulunurmuş. Ben bunu
çok kimseden duydum. Biri bile çıkıp da, “Yok böyle bir şey” demedi.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terk edilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terk edilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Yazımızın ilk kısmında bir tepe üstünde bir
bozkurdun dolunaylı bir gecede uluduğundan, o yerin konulacak yer olarak
seçildiğinden, beyin adının da Kurt Bey olduğundan söz etmiştik. Yine bu
isim de çoban kültürüyle ilgili. Ona ister Kurt Fakı denilsin, ister Kurt
Karaca denilsin, fark etmez; Kurt Bey'dir. İsterse öldü sanılıp da
hayata dönen oğluna ömrü çağrıştırsın diye Ömer ismi verilsin, isterse
yine Kurt Karaca denilsin,ondan Kırşehir Türkmenleri'nde kara
yağız, kıllı diye bahsedilsin, bundan olayı da Kara Ömer ismi verilsin;
fark etmez.
BEŞİNCİ KISIM
Laf lafı açar derler.
Bizimki de yazı yazıyı açar oldu. Bu yazı serisini önceki kısımda bitirecektim.
Ancak elime güzel bilgiler geçti. Musa Türkoğlu bana gönderdiği mesajda,
“kesin olmamakla beraber, şimdiki Elmalı köyü, XV. Yüzyıl’da Antakya’da
geldiği rivayet olunan dedemiz, ceddimiz Kızıl Ali tarafından
kurulmuştur. Yani bu köyün asıl kurucusu odur” demiş. Ben de ona cevap olarak
yazdım ki:
“Musa kardeşim;
Muhsin'le, Karababa ve sizin Elmalılı Kızıllar sülalesi
ile ilgili bilgileri bana veren sensin. Yoksa ben bunları nereden bileyim,
çünkü Elmalılı değilim. Gönderdiğin yazı çok uzundu. Araştırmacı konuya uygun
olarak, o yazıyı süzgeçten süzer ve yazının insicamını bozmadan kor.
Gönderdiğin yazıyı tamamen koysaydım; okuyucular "Bu da nereden çıktı
böyle" derler, böylece benim yazarlık vasfım kalmazdı. Yalnız verdiğin
bilgiler içinde yazında şu kısım dikkate değer:
Kesin olmamakla birlik de,
XV. yüzyıl'da Antakya'dan Elmalı'ya geldiği rivayet olan dedemiz Kızıl
Ali…
Bir de şu kısım
önemli:
Türkmenler Antakya'da
da olsalar XV. Yüzyıl'da yerleşik değillerdi. Halep Türkmenleri Antakya
civarına XVII. yüzyıl'ın son çeyreğinde yerleştirilmeye başlamışlardır. Demek
ki XVII. Yüzyıl son çeyreğinde Kızıl Ali Bey'in oğullarından veya
kardeşlerinden, nesillerinden bir kısmı Antakya'da kalmış, Kızıl Ali
Bey de, XV. Yüzyıl.'da, veya daha önce, veya daha sonra, Elmalı'ya
gelmiş olabilir. Ben ona önceki kısımdaki yazıda Kızıl Bey dedim.”
Dediğim gibi, Musa
Türkoğlu’nun yazısı uzundu. Yine de bir kısmının yazımın konusu bakımından
önemli olduğunu gördüm ve dörtte bir kısmı olsa da bunu belirtmek kanaatine
vardım.
Ona göre:
Ona göre:
Kızıl Ali'den
önce Elmalı'da yerleşik düzen vardı. Bu yerleşik düzende yaşayanlar Türk
ve Türkmen değillerdi. Onlar, yani yerleşikler hem Mergesen'de hem de Elmalı'nın
olduğu yerde, yani Toprakkale şimdiki adıyla Gavurkalesi’nin
eteklerinde yaşamaktaydılar. Bizim dolayı dediğimiz tarladan, yontulmuş
ağdaşları, yani o devreye ait temel taşları çıkardı. Kızıl Ali, Hatay'dan,
yani Antakya'da yerleşik düzende yaşayan Halep Türkmenleri'ndendi.
Yine Musa Türkoğlu’na
göre:
Hep geçmişlerimize rahmet
olsun. Musa Kazım Sakarya, Süleyman Hoca, Ali Rıza Türkoğlu’ndan
duyduğumuz kadarı ile, Kızıl Ali’nin Antakya’daki evlerinin
bitişiğinde büyük bir kaya ve büyük bir çınar ağacı varmış. Bu semti Sebahattin
Türkoğlu ve Av. Mehmet Sakarya gezmişler. Hatta Sebahattin
oradaki Hatipoğulları'nı bularak görüşmüş ve oradaki Hatipoğulları,
“Evet, ora bizim ecdadımızın yeriydi, yeni nesil oradan taşındı, Asi
nehrinin kenarına taşındık. Oraya da Fellahlar ve Çingenler yerleşti” demişler.
Bir araştırmada anahtar
kelimeler vardır. Önemli olan bunları bulmak. Anahtar kelime söz konusu bilgide
Kızıl, yerleşik, Türk, Türkmen, Halep...
"Kızıl Ali'den önce
Elmalı'da yerleşik düzen vardı. Bu yerleşik düzende yaşayanlar Türk ve Türkmen
değillerdi.” Bu cümle de çok önemli,
Baştan itibaren şimdiye
kadar anlattıklarımızda, bilhassa 4. Kısım’da XIII. Yüzyıl’da Moğollar’ın
saldırışından bahsediliyor. O sırada Türkmenler bu saldırılara karşı koyuyor.
Şarkışla ve çevresi köyler sırf Elmalı’dan ibaret değil. Bulhasan
köyünde de Kara Baba anlatılır, başka köylerde de, Elmalı köyünde
de. Keza Arap Dede de. Bunlar XIII. Yüzyıl’a, daha doğrusu kesin
ifadeyle 1243 yılına ait. Çünkü Selçuklulara karşı Kösedağı zaferlerinden gelen Moğol
ordusu aynı yıl Şarkışla’dan geçip Kayseri’yi yerle bir etmiş.
Hatta Şarkışla Elmalı köyü
sitesinde de, “Türkmenler buraya Horasan’dan Bizanslılar ile
savaşmak için gelmişler” sözü var. Bu da konumuz için önemli cümlelerden biri.
Gorcistan
(Garcistan)’dan gelen Bulhasan köylüleri XVIII. Yüzyıl’da yerleşik
düzene geçtiklerini söylüyorlar. Bu doğrudur. Çünkü Şarkışla’nın çoğu
yöresinde yerleşik düzene ancak XVII. Yüzyılların son çeyreği ve XVIII.
Yüzyılın ilk yarısında geçilmiş. Ancak bu yerleşik düzene geçen köyler dağ
köyleridir, ova köyleri değil.
Elmalı, Maksutlu, Cemel,
Osmanpınarı, Kayapınar, Sağır, Döllük, Mergesen gibi
köyler ovanın dağla bitişik yerlerinde kurulmuş, sırtlarını ya tepeye ya da
dağa vermişlerdir. Merkezüyük, Yapaltın (Gümüştepe), Kayapınar,
Çayşığın (Çayırşeyhi), Kızılcakışla köyleriyse ova köyleridir. Bu
köylerde yaşayan Rum nüfusu veya Ermeniler, yani Türk ya da Türkmen olmayanlar,
aslında Ermeniler de yerli değil, çünkü bunlar da Türkmenlerin 1060’lı yıllarda
Uzunyayla’ya, yani Şarkışla’ya gelmeleriyle aynı zaman da gelmiş,
daha doğrusu Türkmenler Bizanslılar tarafından, Vaspuragan’dan, yani
günümüz Ermenistan’ından Anadolu içlerine göç ettirilen ve muhtelif
ovalarda yerleştirilen Ermenileri takip etmiş, onların bir kısmını yolda
katletmişler, Ermeniler ovaya ya da ovaya yakın köylere yerleşirken, Türkmenler
onlara kimi zaman baskın yapıp mal ve erzaklarını almak için yüksek tepelere ve
vadilere yerleşmişlerdir. Musa Türkoğlu, bunu şu şekilde izah etmiş:
Türkmenlerin
Kızıl boyundan olan dedemiz Kızıl Ali, bilinmeyen bir nedenle Hatay’dan
(Antakya'dan) ayrılarak (bazıları cinayet diyor) Tuzla köyünün yakınında
Yüzbaşıoğlu’nun ağılı derler oraya yerleşiyor. Tabi ki Türkmenler
(o sırada) hayvancılık bilhassa davarla meşgul. Elmalı’nın olduğu
yerlerde yaşayan Ermeniler göçtükten sonra Elmalı köyü de dahil olmak üzere, ta
ki Hardal köyüne kadar yerleşmeler başlıyor. Peki, Ermeniler nereye
göçüyor? Tabi ki ovada bulunan köylere
a) Kızıl Oğuzlar
Kızıl
Ali’nin Antakya’dan Hatay’a gelmesi, Musa
Türkoğlu’nun kesin olarak değil demesine rağmen, XV. Yüzyıl’da olabilir,
bundan önce veya sonraki yüzyıllardan biri de olabilir. Önemli olan yüzyıl değil,
yerleşim durumu, konum durumu. Ancak daha önce dediğimiz gibi XVIII. Yüzyıl olması akla daha yakın. Hele ki
şu söz: Tabi ki Türkmenler (o sırada) hayvancılık bilhassa davarla meşgul…
Sosyolojik veyahut
Sosyolojik tarihi araştırma detaylara pek bakmaz. Oradan kendisini ilgilendiren
ifadeleri alır. Bunu iyi bilmek ve kavramak lazım. Yüksek lisans ya da doktora
yapmayanlar söz konusu durumu pek anlamaz. Mesela, Kızıl Ali ismi de
önemli değil. Önemli olan Kızıl ismi. Çünkü bu ismin Oğuzlarda, yani
Türkmenlerde büyük önemi var. Kızıl Ali,
Kızıl Bey’in adının Azizüzüddevle bin Yahya, Taylu Danişment Gazi’nin adının
Taylu bin Ali bin Yahya olmasından bile gelebilir. Yani her iki mahalde de
Kızıl Bey’e işaret edilmektedir.
H. Cem Kanıbir’e
göre:
“Atatürk'ün baba soyu,
Konya/Karaman'dan gelerek Manastır ilinin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı
Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göçtü. Atatürk’ün büyük babası
Ahmet ve onun kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "Kızıl" lakabı ve
yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere;
Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli
roller oynayan "Kızıl-Oğuz", öbür adıyla da "Kocacık Yörükleri
Türkmenleri"nden gelmektedir.”
Gördüğümüz gibi, Mustafa
Kemal’in dedesinin ismi Kızıl Hafız Ahmet’tir. Ama Mustafa Kemal
Atatürk’ün ve Kızıl Hafız Ahmet’in geldiği sülaleye Kızıl Oğuzlar
derler. Bunlar ne zaman göçmüşlerse, Karaman’ın Kocacık nahiyesinden Rumeli’ye,
Selanik ve Manastır taraflarına göçmüşler. Onlara Kızıl-Oğuz
(öbür adıyla Kocacık Yörükleri) Türkmenleri de denir.
Selanik
tarafına Selçuklu Türkmenlerinin geçişini incelediğimizde, bu geçişlerin biri
XI. Yüzyıl son çeyreğinde, Çavuldur Çaka Bey zamanında, diğeri de XIII.
Yüzyıl ilk yarısında, İkinci İzzettin Keykavus zamanında vuku bulmuştur.
İkinci İzzettin Keykavus zamanındaki Selçuklu Türkmenleri'nin
geçişini ben şahsen “Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin” adlı
araştırmamda incelemiş, birer birer bu kitabımda belirtmiştim.
XIII. Yüzyıl’da meydana
gelen bir durum, detayları yok değil, şecereyle XIX. Yüzyıl’ın başlarına ancak
bu kadar gelebiliyor.
Yrd. Doç. Dr. Ali Güler’e
göre:
Hüseyin Şekeroğlu, Kızıl
Oğuz Türkmenleri’ni Kızılkocalılar olarak ifade ediyor, Kocacık
Yörükleri’yle Türkmenleri da aynı grup içerisinde alıyor. 1040-1041
yılllarında Hazar Denizi’nin güneyinde ve güneybatı bölgelerinde,
bilhassa Tahran, Kazvin, Reşt, Zencan ve Tebriz civarlarında
yaşayan Kızıl Özen veya Kızıl Ören ırmağı denilen
sulak arazilerde de barınan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Yabgu’ya
oğlu Kızıl Bey’e mensup oymaklar oldukları için bu Türkmenlere Kızıl
Oğuz Türkleri adı verilmiştir.
Ancak Ali Güler, Kızıl
Bey’den, Arslan Yabgu’dan, Oğuzoğlu Mansur’dan bahsederken
hoş olmayan ya da farklı ifadeler de kullanmış. Mesela Arslan Şah, Gızoğlu,
Mansur derken, Oğuzoğlu Mansur’u Gızoğlu ve Mansur
diye ayırmış. Arslan Yabgu’ya Arslan Şah demiş. Bu yabguya Arslan
Şah denildiği vaki değil. Faruk Sümer, Kızıl Oğuz Türkmenleri’nden
bahsederken onlara Yabgulu Türkmenleri diyor. Yabgulu adı da Arslan
Yabgu’dan geliyor. Türkmenler bir süre bu adla anılmışlar, daha doğrusu Kızıl
Bey, ya da Kızılboğa’ya kadar. Sonra da bu adla anılan Türkmenler
var.
Yine aynı yazar, Kızıl
Bey için Sultan Mesut’un hizmetine girdi demiş. Bir yerde beş beyden
bahsederken, araya Dana ismini bile sokuşturmuş. Aslında bu isim var. Mükrimin
Halil Yinanç, beş Türkmen beyinden bahsederken onun adını da zikreder. Bu
isim Dana değil, Daana. Daana ise isim değil sıfat, yani alim ya
da çok bilgili demek. Kendi tespitime göre, söz konusu lakap Yağmur
Bey’in oğlu Bögi Alp için kullanılmış. Kızıl Bey için
söylenen bir bakıma doğru olabilir. Çünkü Faruk Sümer’in
Oğuzlar-Türkmenler adlı kitabında Beyhaki’yi kaynak göstererek
belirttiğine göre o devirde, yani 1034 yılında Anuş Tigin ve Bey
Tigin denen birileri var. Anuş Tigin, öldürülen Bey Tigin'in
yerine vali tayin edilmiş. İşte Harezm’e vali tayin edilen bu Kızıl
Bey, söz konusu, Harzemşahlar'ın kurucusu Kutbettin Muhammet’in
babası Anuş Tigin değil, önceki, yani 1034 yılındaki Anuş Tigin
olabilir.
Mükrimin Halil Yinanç, beş Türkmen beyine bağlı olan eli silah tutan, ya da savaşacak durumda olanların sayısını verirken on bin Türkmen demiş. Ali Güler, “Abiverd’e yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl Beyler bulunuyordu” der. Faruk Sümer de bu bilgiyi verir. 4000 çadır 5 bin ila 8 bin arası savaşçı çıkarır. Nüfus sayısı 20 bin ila 30 bin arasıdır.
Mükrimin Halil Yinanç, beş Türkmen beyine bağlı olan eli silah tutan, ya da savaşacak durumda olanların sayısını verirken on bin Türkmen demiş. Ali Güler, “Abiverd’e yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl Beyler bulunuyordu” der. Faruk Sümer de bu bilgiyi verir. 4000 çadır 5 bin ila 8 bin arası savaşçı çıkarır. Nüfus sayısı 20 bin ila 30 bin arasıdır.
Beyhaki, XI.
Yüzyıl’ın ilk yarısında yaşamış. En-Nesevi, XII. Yüzyıl’ın sonları ve
XIII. Yüzyıl’ın başlarında yaşamış. En-Nesevi, Melikşah’ın
valilerinden Anuş Tigin’den bahsederken Bilge Bey’den de
bahsediyor. Aynısını XI. Yüzyıl ortalarında yaşayan Beyhaki de Bey
Tigin diyerek, öldürülen bir valiyi belirtiyor. Peki, bu ifadeler ne anlama
geliyor? Anuş adı valilikle birlikte verilen bir unvan olabilir mi? Şöyle
diyebiliriz:
Kızıl Bey, Sultan Mesut tarafından
vali tayin edilince ona Anuş unvanı verilmiş ve Anuş Tekin
denmiştir. Oğuz Türkmenleri Anuş Tigin'le yaptıkları savaşı kaybedip
çöle çekilmişler. Öyleyse bu Anuş Tigin çok savaşçı biri ya da kumanda
yeteneği yüksek... Anuş Tigin, olsa olsa ancak Kızıl Bey gibi
savaşçı ve kumanda yeteneği yüksek biri olabilir.
Ali Güler
diyor ki:
“Selçuklu Sultanı Tuğrul
Bey’in kız kardeşi ile evlendiğini bildiğimiz ve devletin kuruluşunda
Selçuklulara büyük destek veren Kızıl Bey, takriben devletin kuruluşundan sonra
1040 veya 1041’de ölmüş, Rey şehri civarında gömülmüştür. Tuğrul Bey’e bağlı
olan bu Kızıl Oğuz Türkmenleri, başlarında Mansur, Gök-Taş, Buka Beyler olduğu
halde Anadolu’ya yapılan akınlarda aktif olarak rol aldılar. Sultan Alp Arslan
ve Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Saadettin Bey’in emrine
giren Kızıl Oğuzlar, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ve Zaferi’nden sonra
Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas illerine doğru akınlara başlayarak Sivas ve
Tokat arasındaki Kelkit Vadisi’ni ele geçirdiler.”
Bu ifadelerden anladığımız, Beğdili Türkmenleri’nin diğer adı Kızıl Oğuz Türkmenleri'dir. “Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Saadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar” denmesinden de, Saadettin Bey’in asıl adının Gümüştekin Bilge Bey olduğunu anlıyoruz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bunlara diğer ad olarak Yabgulu Türkmenleri bile denir.
İkinci Anuş Tigin, yani Beğdililerin beyi anlatılanlara bakılırsa Sultan Alparslan devrinde bile var ve önemli bir mevkide. Böylelikle 1062 yılından itibaren meydana gelen boşluk da böylece dolmuş oluyor.
Bu ifadelerden anladığımız, Beğdili Türkmenleri’nin diğer adı Kızıl Oğuz Türkmenleri'dir. “Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Saadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar” denmesinden de, Saadettin Bey’in asıl adının Gümüştekin Bilge Bey olduğunu anlıyoruz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bunlara diğer ad olarak Yabgulu Türkmenleri bile denir.
İkinci Anuş Tigin, yani Beğdililerin beyi anlatılanlara bakılırsa Sultan Alparslan devrinde bile var ve önemli bir mevkide. Böylelikle 1062 yılından itibaren meydana gelen boşluk da böylece dolmuş oluyor.
Yazımızın geçen yayınlanan
kısmında belirttiğimiz gibi, Kızıl Oğuz Türkmenleri’nin bir kısmı
(100-200 çadır veyahut 1000-2000 çadır) Uzunyayla’ya gelmiş veyahut Halep’e
gitmiş, diğerlerinin bir kısmı Diyarbakır ve çevresinde kalmış, büyük
bir kısmı da Horasan veyahut Maveraünnehir civarlarına çekilmiş
olabilir. Çünkü söz konusu Türkmen aşiretlerinin ancak büyük bir kısmı
bir devlet kurabilir ki, bu devlet de Harzemşahlar.
b) Kızıl Oğuzlar Devleti
“Hatay Türkmen
Aşiretleri ve Bu Aşiretlerin İskanı (18. ve 19. Yüzyıllar)” adlı
Yükseklisans tezinde Atilla Canbolat, “XI.-XIII. Yüzyıllar arasında
Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya büyük kitleler halinde göç eden
Türklerin önemli bir kısmını Oğuz veya Türkmen adıyla bilinen
konar-göçerler teşkil ediyordu” demiş.
Yine bir kaynağa göre, 14.
ve 15. yüzyıllara gelindiğinde Antakya bölgesinde yaşamakta olan Türkmen
boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar gelmekteydi. Avşarlardan olan
Gündüzoğulları Amik ovasında, Özeroğulları ise İskenderun ve
çevresinde yaşamaktaydılar. Özeroğulları Antakya’yı ele geçirdikten kısa
bir süre sonra şehri Gündüzoğulları'na terk ederek geri çekildiler.
Gündüzoğulları’nın
merkezi, Gündüzlü adıyla anılan ve Darbısak kalesinin
kuzeydoğusuna rastlayan sulak ve yeşil bölgeydi. Ancak Gündüzoğulları’nın
hakimiyeti de çok uzun sürmedi. Bu Türkmen boylarının bölgeden çekilmesiyle,
bölge üzerinde Osmanlı-Memluk hakimiyet mücadelesi başladı.
Anadolu Selçuklu hükümdarı Süleyman
Şah, Antakya’yı 1084’te ele geçirdi. Antakya halkının
çoğunluğu Hıristiyan olduğu için, bu Hıristiyanlar Müslüman Türklerin şehri
almaları karşısında son derece endişe ve korkuya kapılarak, iç kaleye
sığınmışlardır. Oysa Süleyman Şah kimseye kötülük yapmak niyetinde
değildi. Bu niyetini askerlerine çıkarttığı bir emirname ile açıkça ortaya
koymuştur. Söz konusu emirnamede, “Hıristiyan halka iyi davranılması,
evlerine girilmemesi, kızlarıyla nikâhla da olsa evlenilmemesi” şeklinde
ifadelere yer verilmişti.
Ancak, Süleyman Şah’ın
Antakya’daki hakimiyeti fazla uzun sürmedi. Süleyman Şah, 1086’da
Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Tutuş ile Halep
civarındaki savaşta yenilerek öldü. Aynı yıl, Sultan Melikşah Antakya’ya
gelerek bu bölgeye bir vali tayin etti. 1097 yılına gelindiğinde, Suriye
Selçukluları'nın karışıklığından yararlanan Haçlı orduları İskenderun’u
ve daha sonra 1098’de Antakya’yı ele geçirdiler. Antakya bu sefer 170
yıl Haçlıların hakimiyetinde kaldı. Hristiyanlığın merkezi haline gelen Antakya,
Kudüs Krallığı'na bağlı bir dukalık şeklinde yönetildi.
Uzun bir süre Haçlı
hakimiyetinde kalan Antakya, 1268’de Mısır Memluk sultanı Baybars
tarafından ele geçirildi.
Antakya,
XV. Yüzyıl’da Memlük Türkleri'nin hakimiyetindedir. Osmanlılar
burayı Yavuz Sultan Selim zamanında ele geçireceklerdi.
Ali Güler göre:
Kızıl Oğuzlar, Malazgirt
Meydan Muharebesi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas
illerine hakim olarak, Kelkit Vadisi’ni ele geçirmişler. Anadolu
Selçukluları’nın son yılları ve son Anadolu Beylikleri döneminde Ankara’ya
hakim olan Kızıl Bey de Kızıl Oğuz Türkmenlerindendi. Selçuklu Devleti’nin
iskan politikası çerçevesinde Amasya, Tokat, Ankara, Konya, Karaman,
Isparta, Balıkesir, Aydın, Bolu, Kastamonu ve Sinop illerine
yerleştirilen bu Türkmenler; 1410 yılında Reşadiye ve Mesudiye arasındaki
“Kızıl Özenliler Yurdu” olarak anılan bölgede Kızıl Ahmetliler isimli
bir beylik kurdular. Beyliğe adını veren de Kızıloğlu Ahmet Bey ve
kardeşleriydi. Bunlar Amasya, Sivas, Tokat, Çorum, Samsun, Ordu, Giresun ile
Şebinkarahisar’ı ele geçirip Kızılırmak ve Yeşilırmak
bölgesine de hakim oldular. 1424 yılında İkinci Murat’ın emriyle Amasya
valisi Yörgüç Paşa, Kızıloğlu Ahmet Bey ve ileri gelenlerini Amasya
kalesine davet ederek, hepsini ortadan kaldırdı. Kızıl Oğuz Türkmenleri
bundan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmışlardır.
Kızıloğlu Ahmet bey,
Akkoyunlu Devleti’nin kurucularından Fahrettin Kutlu Bey’in oğlu, Kara
Yülük Osman’ın kardeşi Ahmet Bey midir? Çünkü o devirde, İç-Anadolu’da
ancak bu devlet var. Kara Yülük Osman, 1398 yılında Kadı Burhanettin’i
öldürdüğünde, kardeşi Ahmet Bey’in emrinde bir ordu kumandanı. Devletin
başına geçme tarihi de 1410 yılına müteakip. Türkmenler Akkoyunlu demez,
Bozkoyunlu derler. Bunu yazımızın önceki kısımlarında bir iki defa
belirtmiştik.
Görüyoruz ki, Kızıl Oğuz
Türkmenleri, ya da Kızıl Oğuzlar isimlerinin başında muhakkak Kızıl
adını kullanıyorlar. Bu soydan gelen bir gelenek. Kızıl Ali Bey de söz
konusu geleneğe göre Kızıl adını kullanmış.
Kızıl Ali Bey,
eğer ki adam öldürüp Elmalı taraflarına gelmişse, bu normaldir. O, Uzunyayla’da
barınamazdı. Çünkü Uzunyayla’ya yaylak için gelen Halep Türkmenleri'nden
onu tanıyanlar olur, Memlük sultanlığına haber verebilirlerdi. Bu nedenle Kızıl
Ali Bey ve ailesi Şarkışla’nın güneyi ve güneydoğusuna düşen Uzunyayla’ya
değil de, bu yerin kuzeydoğu taraflarına, Elmalı’yla Maksutlu, Tuzla
köyü arasına yerleşti. Halep Türkmenleri yaylak zamanlarında ovaya, ya
da ovaya yakın kısımlara pek inmezler, daha doğrusu, Sarıçiçek,
Mengensofular, Kışla ve Delilyas hattının kuzeyine doğru pek
ilerlemezlerdi.
Vikipidi’de Elmalı
köyü hakkında, Kızıl Oğuzlar ve Atatürk’ün sülalesiyle ilgili
bilgilere hemen hemen veriler. Yalnız bu sitede, “Kızıl aşireti Moğol
İstilası ile göç etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine katılmıştır”
denmesi yanlıştır. Çünkü bu husustaki ilmi araştırmalar Kızıl Oğuz göçünün
XIII. Yüzyıl’da değil, XI. Yüzyıl’da vuku bulduğunu belirtiyor. Bu bütün ilmi
kariyer sahibi araştırmacılar tarafından da kabul edilmiştir. Kimse söz konusu
durumun dışına çıkamaz. Zaten Musa Türkoğlu, Vikipidi’deki söz
konusu yanlışa temas etmiş, bana gönderdiği mesajında, Elmalılı olmayan ve de Elmalı
tarihini bilmeyenler Elmalı hakkında yazılar yazıyorlar,
kendilerince uyduruk şeyler yazıp bu da Elmalı'nın kuruluşu
diyorlar, demiş.
Yine Musa Türkoğlu
şöyle diyor:
Ben bu bilgilere yazılı bir
belge olarak ulaşmadım. Hatta bizim köyde o kadar okumuş alim kişiler olmasına
rağmen, bir not bile düşmemişler. Yukarıda belirttiğim gibi kulakla duyma ama,
aklı yetenler bilir. Bu kaynak olarak gösterdiğim kişiler tarihi şahsiyetlerdi.
Onun sözüne bakılır ise, bana bir teşekkür borcu var. İlk olarak bu bilgileri
yazıya döken benim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)